DÜN VE BUGÜN
- Admin
- 13 Eki 2013
- 4 dakikada okunur
Bugün 13 Kasım. İstanbul’un düşman donanması tarafından işgal edilmesinin 95nci yıl dönümü. Osmanlı 30 Ekim 1918 tarihinde Mondros Ateşkes Sözleşmesini imzalayarak Büyük Savaşta yenildiğini tescil ettirdi. Dört yıl süren Birinci Dünya Savaşı. Balkanların, Arap Yarımadasının, Suriye’nin, Irak’ın, Kıbrıs’ın, Kafkasların, Karadeniz, Ege ve Akdeniz’in elimizden kayıp gittiği, beş ayrı cephede yaklaşık 950.000 ölü, 850.000 yaralı ve gerisi harp esiri olmak üzere toplam 2.250.000 kişinin, neredeyse bu topraklar üzerinde yaşayan her beş kişiden birinin kaybedildiği bir trajedinin son günleri. Ülkenin çeşitli yerlerinde başlayan direniş hareketleri ve takip eden aylarda Milli mücadeleye dönen destansı Kurtuluş Savaşının da başladığı ilk günler.
İmparatorluğun yıkılışını gösteren o günlerde yaşanan olaylara şöyle kısaca bir göz atalım.
29 Eylül 1918 Bulgar Kralı Ferdinand’ın ülkesini terk edip Macaristan’a kaçtığı ve Bulgarların Ateşkes anlaşması imzalayıp harpten çekildiklerini ilan ettikleri, Selanik’teki Fransız birliklerinin General Franche Despere komutasında her an İstanbul’u işgal etmek üzere yürümeye başlayacaklarının duyulduğu gün. İngiliz ve Fransız donanması İzmir ve Çanakkale önlerinde İstanbul’u işgal etmek üzere bekliyorlar. İngiliz General Milne Meriç nehrine dayanmış. Osmanlı İmparatorluğunun Suriye ve Irak cepheleri çökmüş durumda.
İttihat Terakki Hükümeti 7 Ekim’de çekilip yerine Müşir Ahmet İzzet Paşa (14 Ekim-8 Kasım 1918) hükümeti kurulmuş. Bir nevi Ateşkes imzalama hükümeti! İzzet Paşa hükümeti “Onurumuzu ve şerefimizi ihlal eden hiçbir şartı kabul etmeyiz... “ diyerek, Bahriye nazırı Rauf Orbay başkanlığındaki bir heyeti Limni’nin Mondros limanında Agememnon zırhlısında bekleyen İngiliz Amiral Sir Arthur Calthorpe ile ateşkes sözleşmesinin müzakeresine göndermiş. 26 Ekim’de başlayan müzakereler sonunda, İngilizlerin masanın üzerine koyduğu esaret belgesinin tek bir maddesi bile değişmeden 30 Ekim günü imzalanmış…
Rauf Bey: Ertesi gün İstanbul’a dönüşte teslimiyet belgesini zafer gibi sunan sözler sarf edip “Devletimizin istiklali, saltanatımızın hukuku tamamıyla kurtarılmıştır. Yaptığımız mütareke ümidimizin fevkindedir…” şeklinde basına beyanatta bulunmuş.
Birinci Dünya Harbinde Osmanlı Ordularının Başkomutanı Enver Paşa, Sadrazam Talat Paşa, Bahriye Nazırı Cemal Paşa(denizci değil karacı) ve bazı ittihatçılar 2 Kasım gecesi arkalarında yıkılmış bir imparatorluk bırakarak yurt dışına kaçmışlar.
Mondros Mütarekesini Osmanlı topraklarının işgal edilmeyeceğini söyleyerek Osmanlı Meclisinde 1 Kasım 1918 tarihinde aceleyle onaylatan Sadrazam İzzet Paşa 8 Kasım’da istifa etmiş. Anlaşmadaki bir aylık süre bile beklenmeden 13 Kasım 1918 günü 62 parçalık düşman donanması Dolmabahçe önüne demirlemiş ve Osmanlı toprakları işgal edilmeye başlanmış. Üstelik Yunan Harp gemileri Mondros Mütarekesinde kısıtlayıcı hükümler olmasına rağmen Averof Zırhlısı refaketinde 3 adet fırkateynle Patrikhaneyi korumak üzere Haliç girişine demir atmışlar.
Peki, bunca gemi nereden geçip İstanbul’a gelmiş? 9 ay süresince yaklaşık 250.000 şehit, yaralı ve kayıp verip ‘Çanakkale Geçilmez’ destanı yazılan Çanakkale Boğazından!
Peki, şu soru aklımıza gelmiyor mu? Ekim ayında mayınlar ve muhtelif manialar ile boğaz kapalı olduğu için, önce İzmir’e oradan da Foça üzerinden İngiliz gemisi Livepol ile Limni adasına gitmek zorunda kalan Bahriye Nazırı Rauf Orbay Bey’in geçemediği Çanakkale Boğazından, bunca zırhlı gemi nasıl geçmiş???
Cevabı basit. Çanakkale Boğazındaki mayın ve diğer mâniaların bir hafta içinde temizlenip gemilerin geçişine uygun hale getirilmesi sayesinde.
Peki, bu kadar hızlı bir şekilde mayınları ve mâniaları kim temizlemiş?
O güçlü armada ile Çanakkale Boğazı önünde bekleyen İngilizler mi? Hayır!
Kim döktüyse o! Mayınların ve mâniaların yerini kim biliyorsa o! Çanakkale Müstahkem Mevki Komutanlığına bağlı Mayın Grubu ve Nusrat mayın gemisi...
Suçlu denizciler mi? Elbette hayır!
18 Mart 1915’te; 18 devasa büyüklükte zırhlıdan oluşan düşman donanmasının Ocean, Bouvet, Irresistible gemilerini, denize döktürdüğü demirli mayınlarla ve sahil bataryalarının topçu atışlarıyla batıran ve Çanakkale’nin denizden geçilemeyeceğini düşmana gösteren Çanakkale Müstahkem Mevki Komutanlığı mı?
Çanakkale Boğazından ülkenin böğrüne hançer gibi düşman donanmasının girmesi için gerekli askeri hazırlıkların en kısa sürede yapılması emrini 2 Kasım 1918 günü imzalayan kim?
İzzet Paşa hükümetinin Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak Paşa izinli olduğu için, yerine vekâlet eden Osmanlı Genelkurmay Başkan vekili Cevat Paşa!
Cevat Paşa kim?
Cevat Paşa; 1909 yılında Osmanlı Meclisi tarafından çıkartılan “Tasfiye-i Rütep” kanunu gereği rütbesi korgenerallikten (Ferik) yarbay seviyesine düşürülen ve sonra albay rütbesiyle 8 Mart 1915 tarihinde Anadolu yakasında Çanakkale Müstahkem Mevki Komutanı olarak görev yaparken 26 adet mayının Karanlık Limana gizlice dökülmesi emrini veren, Çanakkale denizden geçilmez destanını yaratan komutanlardan biri… Daha sonraki yıllarda Harp Akademileri Komutanlığı yapan Korgeneral Cevat Çobanlı.
Peki, bu emri alan ve uygulamak zorunda kalan kim?
Yeni Çanakkale Müstahkem Mevki Komutanı Albay Selahattin Adil Bey. 1915’te Çanakkale geçilmez destanını yaratan birliğin, yani o tarihte Albay olan Cevat Paşanın kurmay başkanı.
Hazin mi hazin bir durum… Allah kimsenin başına vermesin. Kahramanca savaşanlarda, Padişah iradesi istediği için düşmana silahını, askerini, toprağını teslim edenlerde aynı kişiler…
Kimsenin hakkını yemeyelim bu komutanların neredeyse tamamı daha sonra Kurtuluş Savaşına katılmışlar ve işgalci Yunan kuvvetlerinin Anadolu toprakları dışına atılmasında büyük yararlılıklar göstermişlerdir.
Yıllardır kafamı kurcalayan, cevabını bir türlü bulup kendime veremediğim soru şu:
Ateşkes imzalandıktan sonra ülkenin işgalini kolaylaştıran bazı askeri faaliyetleri yapmaktaki acelenin nedeni neydi?
Padişahın, İzzet Paşa hükümetinin, hükümet emrindeki Harbiye Nezaretinin acelesini sormuyorum. Onların acele etmelerinin nedenlerini tarih yazıyor. Benim merak ettiğim İstanbul’un dışında birliklerinin başındaki amiraller, gemi komutanları, birlik komutanları, denizci subaylar. Onların acelesi neydi? İstanbul’un emirlerini neden hemen uygulamak zorundaydılar?
Dört yıl her an ölecek şekilde kahramanca savaşan, en yakın arkadaşlarını şehit veren, kolunu bacağını kaybeden bu askerler; döktükleri mayınların, döşedikleri mâniaların demir tellerini neden bu kadar süratle kestiler? Neden bataryalardaki topların namlularına İngiliz askerlerinin verdiği patlayıcıları koyup düşmana ateş kusturdukları bu namluları hemen kullanılamaz hale getirdiler?
Alman donanması amirallerinin, Scapa Flow’da esir tutulan 72 parça açık deniz filosunu İngilizlerin gözü önünde düşman eline geçmemesi için şerefleriyle batırmalarına benzer bir teşebbüs, neden Osmanlı donanmasında uygulanmadı/uygulanamadı? Ya da Osmanlı donanmasının 60.000 DWT ağırlığındaki onlarca savaş gemisini, Haliç’te ve İzmit körfezinde düşmana teslim edeceklerine, neden ülkenin daha uzak bölgelerindeki limanlarına götürüp saklayamadılar? Veya neden buna teşebbüs etmediler/edemediler?
Ateşkes imzalandıktan sonra, Irak’taki Altıncı Ordu Komutanı Ali İhsan Paşa(Sabis- 1882-1957) Mart 1919’a kadar, Kafkas Cephesindeki Dokuzuncu Ordu Komutanı Yakup Şevket Paşa(Subaşı, 1876-1939) Nisan 1919’a kadar, Mekke ve Medine Komutanı Fahrettin Paşa(Türkkan, 1868-1948) 5 Ocak 1919’a kadar Harbiye Nezareti ve Padişahın emirlerine karşı gelip ordularını terhis etmeyip, silah bırakmayı kabul etmezken, son dakikada Almanlardan teslim aldığımız(7 Kasım 1918) Yavuz gemisi, neden düşman donanmasını İstinye koyunda beklemek zorundaydı?
Ateşkesten sonra düşman donanmasının Çanakkale Boğazından geçişini muhtelif engellemelerle iki hafta geciktirseler, Osmanlı Donanma gemilerinin çoğu Karadeniz limanlarında saklanamaz mıydı?
Denizcilerin, ellerinde kalan ufacık teknelerle Milli Mücadelede gösterdikleri kahraman çabaları okudukça, bu soruları kendi kendime soruyorum. Bahriyeliler neden ilk günlerde direnmedi/direnemedi?
Balkan Harbi ve sonrasında Birinci Dünya Harbi süresince Osmanlı Donanmasının durumunu bilenler, 1918 yılı Kasım ayının ilk günlerinde donanmanın neden direnemediğinin cevabını da bilirler. Az çok ben de biliyorum.
Peki, bugün Akdeniz’deki, Aden Körfezindeki, Hint ve Pasifik Okyanusundaki görevlerinden dönen Firkateyn komutanları, Komodorlar ve Amiraller birer birer tutuklanırken neden direnemediğimizin cevabını bilen var mı?
Tamer Şahin
Comments