Toplumsal Hafızanın Adaleti
- Tamer Şahin
- 11 Ağu 2016
- 4 dakikada okunur

Türkiye başta iç güvenlik olmak üzere siyasi, ekonomik ve sosyal olaylar bakımından çok hızlı ve dinamik bir süreçten geçiyor. Bana öyle geliyor ki, bu olaylar karşısında sanki hepimiz Platon’un mağara deneyinde anlattığı gölgeleri izliyor gibiyiz.[1] Mağaradan kafamızı dışarı uzatıp olan biteni anlamaya çalışıyoruz. Gördüklerimiz, yazılanlar, çizilenler, uzun uzun söylevler, haber programları, tartışmalar, gazete haberleri, mitinglerde konuşan liderler sürekli olan bitenleri bize açıklamaya çalışsa da ne olup bittiği tam olarak anlaşılamıyor!
Hatırlayın lütfen! Gezi Olayları, ardından Belediye seçimleri, Cumhurbaşkanlığı seçimi, 17-25 Aralık Yolsuzluk ve Rüşvet Soruşturmaları, genel seçimler, Adalet ve Kalkınma Partisinin oy kaybetmesi, birden hızını artıran terör, tekrar genel seçimler, Rusya ile didişme, bombalar, patlamalar, halkın oylarıyla seçilen bir Başbakanın partisinin oylarını artırmış olmasına rağmen birden görevi bırakmak zorunda kalması, anayasa ve başkanlık sistemi tartışmaları, Fethullahçı Terör Örgütünün yapmaya çalıştığı darbe girişimi, giden canlar, canlar, canlar…
Toplum iki yıldır hop oturup hop kalkıyor. Terör istisnasız her kapıyı çalıyor. Her şey sanki birden ortaya çıkıyor, sonra da sabun köpüğü gibi eriyip gündemden düşüyor.
Ergenekon, Balyoz diye halka söylenen her şeyin yalan, kurmaca ve düzmece olduğu çıkmadı mı ortaya? Paralel dedikleri cemaat ile kol kola, gerine gerine daha düne kadar yapılan işbirliğine ve sonunda bu ülkenin kurumlarına, hukuk sistemine, uluslararası ilişkilerine verilen zararlara dönüp bir bakın hele! Yetmedi şimdi bir de üstüne darbe… Hem de başarısız, başarılı bir darbe!
Yazık mı yazık! Harcanan insanlara, canlara, ülkenin enerjisine, boşa geçip giden zamana.
Terörü sona erdirmek için daha düne kadar ‘barış süreci’ adı altında topluma söylenen yalanları unuttuk mu? Ya ekonomi, alıp başını giden döviz fiyatları, her gün azalan cebimizin alım gücü! Toplumun hafızasını cebimizdeki para kadar kıt mı sanıyor bazıları?
Aksiyon filmlerini aratmayan olaylar sürüp giderken, bir yanda akıl almaz zenginler türüyor; dudak uçurtan cinsinden! Öte yanda yoksulluğun pençesindeki milyonlarca insan içine düştükleri yoksulluktan kurtulmanın çaresini arıyor.
Nasıl mı? Elbette namuslu insanları tenzih ederim. Kimisi boynuna dayatılmış keskin kasap bıçağını yalayarak, kimisi de sadaka yoluyla! Ama uyanıksa muhakkak vurguna, çalmaya, yolsuzluğa ortak olmayla…
Var mı bir ikirciklik? Çok azımız zengin, birazımız orta, çoğumuz ama pek çoğumuz fakir. Bekle ki değişsin!
İşin en zor yanı da burada zaten!
Fakir halk bir kere bunlara inanmaya başladı mı doğruları anlatmak gittikçe zorlaşıyor. Artık hırsızlık, yolsuzluk, rüşvet, ahlaksızlık ayıp olmaktan çıkmış. Siyasi partiler ister istemez yalan fabrikası haline gelmiş. Akıl almaz yalanlar ve hayaller en açık gerçeklerin yerini almış, hukuk deseniz çoktandır ayaklar altında.
Halk söylenene değil, söyleyenin kim olduğuna ve gücüne, daha da önemlisi vaatte bulunanlardan hangisinin vurguna, üçkâğıda, suiistimale daha açık ve yatkın olduğuna bakıyor.
Ahhh güzel ülkem ahhh!
Can güvenliğinin, adaletin, özgürlüğün ve iç barışın her geçen gün kötüye gittiği o güzel ülkem! Nazar mı değdi ne oldu sana?
Sorun sadece iç meselelerde mi?
Suriyeli mülteciler, IŞID terörü. Ege’de, Kıbrıs’ta ve Doğu Akdeniz’de yaşanan siyasi gelişmeler. Uluslararası emperyalist güçlerin dayatmaları. Büyük Ortadoğu Projesi! Ülkemiz çok jeostratejik bölgede ya. Kaşı babam kaşı! Ha bire kaşı…
Oooof ki offff! Adaletin bu mu dünya?
Toplumsal hafızayı oluşturan en önemli unsur geçmişte yaşananlar yani tarihtir derler. Peki, toplumsal hafızanın adaleti var mıdır hakikaten? Bütün bu olup bitenlere “Yeter artık!” diyecek; günü gelince cevabını verecek, doğruyu ve âdil olanı gösterecek!
Ama hangi tarih?
Resmi tarih mi? Yoksa buğulu, küller altında, gizli, saklı ve gizemli(!) Gayri resmi tarih mi?
Tarih dediğimiz şey de ilginç bir ürün. Tarihi sadece muktedirler ve galipler yazar, mağluplar ve halk da buna inanır ve benimserse, elbette bu anlatılanların pagan kültüründeki tek taraflı destansı anlatılardan bir farkı kalmaz; olur size bir masal. Bazen resmi tarih yalan yanlış bilgi ve hatıralarla toplumu mest eder, insanlara yıllar sürecek gizemli rüyalar sunar.
Elbette Büyük Önder Atatürk’ün “Tarih yazmak, tarih yapmak kadar mühimdir. Yazan yapana sadık kalmazsa değişmeyen hakikat, insanlığı şaşırtacak bir hâl alır.” sözündeki gibi âdil ve doğru yazarsanız tarih, geleceğe uzanacak bir toplumsal kimlik oluşumuna çimento görevi yapar.
Bu coğrafyada ortalama bir ömür sürüp savaş ya da darbe görmemiş insan var mıdır? Rahmetli dedem dört savaş (Trablusgarp, Balkan, Birinci Dünya, Kurtuluş Savaşı), üç darbe (31 Mart veya 13 Nisan 1909, 27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971) gördü. Babam üç, annem ve ben dört darbe (27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971, 12 Eylül 1980, 15 Temmuz 2016) gördük. Terör belası sürse de klasik savaşlar geride kalmış, ülke kalkınmış, refah artmış, insan hakları gelişmiş, artık bu coğrafyada darbe falan olmaz, ileri demokrasinin tadını çıkarın diyorlardı, 2016 yılında hep beraber bir darbe daha görmek durumunda kaldık! İşte bakın tarihten ders alan var mı?
Günlük hayatımızda bizden önceki nesillerin hayal bile edemeyeceği bilim, kültür, iletişim, ulaşım, barınma, beslenme, sağlıklı yaşam, bireysel hak ve özgürlükler, eğitim vb. olanaklara sahip olmamıza karşın, bu seviyeye nasıl geldiğimize kafayı hiç yormayan, geçmiş nesillerin bıraktığı mirasın ne olduğunu bilmeyen, daha da kötüsü geçmişte nelerin mücadelesinin verildiğinin farkında olmayan nesillerin toplumsal hafızasının adil olması mümkün müdür?
Eh işte sonuç ortada…
Tarih hafızamızın ayarlarını bozanlara yazıklar olsun!
Çağdaş bir refah toplumuna demokratik, laik, sosyal ve hukuk devleti vasıtasıyla güçlü bir ulusal kimlik içinde sahip olunacağını neredeyse unutturdular…
Uzun lafın kısası şu:
Her söylenene ve gösterilene inanıp aldanma! Aldanmış görünüp kendinin de milletin de geleceğini karartma…
[1] Platon (MÖ 427-347)- Devlet Mağara Deneyi: “Sırtları girişe dönük, elleri ve ayakları bağlanmış, yer altı mağarasında yaşayan insanları gözünüzün önüne getirin. Bu insanlar sadece mağaranın duvarlarını görebilirler. Güneş arkadan geldiği için mağaranın duvarlarına bu insanların gölgeleri düşer. Mağaradaki insanların doğduklarından beri gördükleri tek şey bu gölgelerdir. Kendileri dışındaki varlıkları bu gölgelerden ibaret sanırlar. Platon’un benzetmesini yaptığı mağaranın karanlığı ve dışarıdaki doğa arasındaki ilişki nasılsa, bizim dünyamızdaki şekillerle, idealar dünyasındaki biçimler de öyledir. Etrafımızda gördüğümüz her şey, aslında yalnızca birer gölgedir. Ve insanların birçoğu gölgeler içindeki yaşamından oldukça memnundur. Gölgeleri düşüren bir şey olması gerektiğini düşünemezler bile. Güneşi göremediklerinden var olan her şeyin gölgelerden ibaret olduğuna inanırlar; öyle olunca da gölgeleri gölge olarak algılamazlar. Çevrelerinde bulunan her şeyin gerçekliğinden son derece emin bir şekilde yaşamlarına devam ederler…”
Comments