top of page

              Pıt Ahmet

Eşim eylül ayında beni okulunun eğitim-öğretim yılı açılış törenine davet etti. Hoca Hanımı kıracak hâlimiz yok, ertesi sabah okuluna birlikte gittik.

Açılış töreni için spor salonunu hazırlamışlar, okul idarecileri, öğretmenler ve okul aile birliği üyeleri için ön sırada yer ayırmışlardı. Tören başlamasına beş dakika kala eşimle gidip ön sıradaki yerimize oturduk. Tören hazırlıkları gayet ciddi yapılmış, her şey çok güzel gözüküyordu. Ancak spor salonunun akustiği felaketti, içeride korkunç bir uğultu vardı. Sanki arı kovanına girmiş gibiydik. Bizim karşımızdaki tribünlerde pırıl pırıl yüzlerce öğrenci birbiriyle sohbet ediyordu.

Genç bunlar tabii, put gibi duracak halleri yok. Oturduğumuz taraftaki tribünleri ise öğrenci velilerine ayırmışlardı. Velilerin sayısı fazla değildi; çoğu kadın, herhalde babalar işte olsa gerek! Velilerin tarafından pek bir ses gelmiyordu. Çoğu birbirini tanımadığı için tören başlayana kadar benim gibi aval aval salonu, etrafı veya birbirlerini gözlemliyordu. Yaz sezonu boyunca ayrı kalan öğretmenler de aralarında hararetle bir şeyler konuşuyorlardı. Neyse okul müdürü, ilçe milli eğitim müdürüyle birlikte salona girip yerlerini alınca tören başladı. Salon biraz daha sessiz hale geldi.

Bildiğiniz klasik bir tören. Bir kadın öğretmen önce herkesi saygı duruşuna davet etti. Sonra İstiklal Marşı okundu. Ardından okul müdürü kısa bir açılış konuşması yaptı. Konuşmasının sonunda okula katkıda bulunan hayırseverlere, okul aile birliğine ve en çok da ilçe milli eğitim müdürüne teşekkür ve şükranlarını sundu. Yılın ilk ders konuşmasını yapmak üzere bir öğretmeni kürsüye davet etti ve yerine geçti.

Müdür yerine geçerken öğrenci tribününden sesler tekrar yükselmeye başladı. Aynı anda öğretmenlerin oturduğu sıranın en sonundan genç bir adam yerinden kalkıp kürsüye doğru yürüdü. Çok heyecanlı olduğu her halinden belliydi. Genç adamın yüzü kızarmış, heyecandan dizleri titriyor gibi görünüyordu. Okulun bahçesinde görseniz öğrenci sanırdınız, ufak tefek minyon yapılı, en fazla yirmi bir-yirmi iki yaşında biriydi.

Koskoca okulda dünya kadar öğretmen varken, açılış günü ilk ders konuşmasının angarya mahiyetinde genç bir öğretmene verilmesini doğrusu biraz yadırgamıştım. Eşime dönüp etrafa duyurmadan “İlk gün konuşması sizde hep böyle en genç öğretmenlere mi yaptırılır?” diye sordum.

Eşim “Hayır hayatım!” diye mırıldandı.

“Kim bu öğretmen, branşı nedir?” dedim.

Eşimin, başını bana doğru çevirmeden, “Bilmiyorum! Bu yıl atananlardan olsa gerek, yüzü yabancı durmuyor ama daha önce öğretmenler odasında karşılaşmadık” derken, bir yandan da kürsüdeki genç adamı dikkatle incelemeye çalıştığını fark ettim. Bir anlam veremedim!

Genç öğretmen kürsüye çıkınca bir süre tribünlere doğru bakarak hiçbir şey söylemeden durdu. Birilerini mi arıyordu ne! Herhalde heyecanının yatışmasını bekliyordu. Öğrencilere, velilere, öğretmen arkadaşlarına, protokolde oturan idarecilere uzun uzun baktı… O konuşmayıp bakmaya devam ettikçe salondaki gürültü de artmaya başladı. Tecrübesiz bir öğretmeni görevlendirirlerse işte böyle olurdu… İlçe Milli Eğitim Müdürü yana döndü, Müdür Bey’in kulağına bir şeyler fısıldadı. Müdür Bey, biraz kızardı, sanki haydi başlasana konuşmana, der gibi kürsüye doğru bir bakış fırlattı. Elbette tüm bu söylediklerim birkaç on saniye içinde olupbitti. Sonra genç adam mikrofona üfledi ve titrek bir sesle “Ben matematik öğretmeniyim. Bu yıl fakülteden mezun olup buraya atandım,” dedi.

Öğretmen ve velilerin oturduğu tribün sessiz olsa da, öğrenci tribününde ki çocukların dikkati çoktan dağılmış, kürsüdeki öğretmene aldırmadan aralarında konuşuyorlardı.

“Ben” dedi, sesini biraz yükselterek, “Sizlere standart konuşma yapmak yerine, hocalarımın müsaadesiyle, öğrenciler için bir hikâye anlatmak istiyorum, ‘Pıt Ahmet’in hikâyesini” diye başladı sözlerine. Öğrenci tribünündeki ses uğultusu sanki biraz azaldı. Öğretmenlerden bazıları ‘Pıt Ahmet’in hikâyesi mi? O da kim öyle? Böyle bir günde hikâye anlatmak olur mu canım, diyerek aralarında fısıldaşmaya başladılar.

Genç adam, öğretmenlerin fısıldaşmalarını duydu mu ne, sakince öğretmen ve velilerin oturduğu tribüne, yani bize doğru döndü, gözlerinde hafif bir gülümseme “Aranızda ‘pıt atmak’ nedir bilen, çocuğu ‘pıt atan’ var mı?” diye sordu. Bir süre bekledi, kimseden cevap gelmeyince, “İyi öyleyse, şimdi çocuklarınıza anlatacağım ‘pıt atan’ öğrencinin hikâyesi sizin de ilginizi çeker,” dedi. Sonra yüzünü öğrencilerin olduğu tribüne çevirip onlara hitaben konuşmaya devam etti:

“Pıt Ahmet yani Ahmet Kurt, yıllar önce sizler gibi şu sıralarda oturan öğrencilerden biriydi. Ona neden Pıt Ahmet derlerdi anlatacağım… Beş kardeştiler. Ahmet en küçükleriydi. En büyükleri Berfin’di. Ahmet’e bebekken o bakmış, büyütmüştü. Bu yüzden küçükken onu anası sanırdı. Ahmet beş yaşındayken, Berfin kocaya kaçıp Tunceli’ye gidince, onun anası değil ablası olduğunu anladı. O vakit ardından pek ağlamış, bir süre Berfin’in evden gitmesine alışamamıştı… İki numara Selahattin abisi, Ahmet ilkokula başladığı sene ortadan kaybolmuştu. Evde adı anılmazdı… Ne zaman Selahattin Abime ne oldu demeye kalksa, hem anasından hem de babasından zılgıt yerdi. Beşinci sınıfı bitirdiğinde okuldan bir çocuk “Sen de Selahattin abin gibi gerilla olacak mısın?” diye sormuş, o da bunun anlamını öğrenmek için anasına anlattığında, anası “Gerillası batsın! Bir daha onun adını ağzına alma!” diye bağırıp kıçına koca bir şaplak atmıştı… Üç numara İbrahim Abisi ondan yirmi yaş büyüktü. Galiba aşçılık yapıyordu. Evli barklı, kendi halinde biriydi. Aslında birlikte yaşamadıkları için pek tanımıyordu. İstanbul’da tutunamayınca memlekete yerleşmiş bayramdan bayrama telefonda sesini duyardı. Dört numara abisi Hüseyin, ondan beş yaş büyüktü. Atatürk Oto Sanayide çırak olarak çalışıyordu. Arabalara da çok meraklıydı. Haftalığını aldığında ilk önce Ahmet’in cebine az biraz harçlık koyardı, bu yüzden de Ahmet onu ayrı severdi.

Babasına gelince onun düzenli bir işte çalıştığını hiç görmemişti. Eve kırk yılda bir gelir, sabaha kadar içer, sonra sızıp gün boyunca uyur, evden çıkınca uzun süre ortalıkta görünmezdi. Evin geçimini gündüzleri taksi şoförlüğü yapan annesi Belek Hatun sağlardı. Nedense mahalleli onu Belek Hatun diye çağırırdı. Bazen Ahmet bile etrafındakilerden etkilenerek annesine Belek Hatun diye seslenirdi. Anası da ona “Vay benim canım, ciğerim, kuzum, koca adam olup bana Belek Hatun diyesiymiş, senin o Belek Hatun diyen dillerini yesinler emi!” diye gülerek cevap verirdi. Belek Hatun otoriter ve güçlü görünümü altında çok anaç bir kadındı. Zaten Ahmet’in hem anası hem de babası gibiydi. Belek Hatun’un tek istediği en küçük evladı Ahmet’in okuması ve hangi dalda olursa olsun muhakkak bir üniversiteyi bitirmesiydi. Bunun için her şeyi yapmaya hazırdı…

Ahmet liseyi okurken ilk iki yıl dersleri pek parlak sayılmasa da, öyle ya da böyle sınıflarını geçiyordu. Sessiz sedasız, çelimsiz, etrafındakilerin dikkatini çekmeyen kendi halinde bir çocuktu. Arkadaşlarının faaliyetlerine katılmaz, hep uzak dururdu. Biraz utangaçlık, biraz parasızlık, bilirsiniz kimi çocuklar öyledir, okulda, sınıfta varlıkları bile belli olmaz… Okulunu sever miydi? Eh işte! Ama okuluna gitmek zorundaydı. Aslında Ahmet’in arzusu bir an önce şu okul derdini bitirip hayata atılmak, bir işe girip para kazanmaya başlamaktı. Anasının artık evinde oturup dinlenmesini istiyordu. Ne iş olursa olsun yapardı. Öyle büyük hedefleri yoktu. Zaten büyük hedefleri olsa bile bunları gerçekleştirmeye gücünün yetmeyeceğine inanıyordu… Lakin Belek Hatun okullar bitmeden onun çalışmasına asla razı olmuyordu.

Babası onu lisenin giriş kapısında “Bak evlat! Bu sana son kıyağım, okursaaan okursun. Yoksa benden nanik! Yeter ulan! Daha fazla koltuk atmamı beklemeyin. Zaten ananın o katır inadı gibi ısrarları olmasa seni buraya getirip bırakmazdım ya. Bak! Sanayide bir sürü arkadaşım var. Çevremin geniş olduğunu yedi düvel bilir. Akşamları kahvede okey oynarken hangisine söylesem şıp diye seni yanına çırak alır. Hem koluna altın bilezik takmış hem de eve ekmek parası getirmiş olursun… Benim sözümü dinleyen mi var? Anan denen o karı, her akşam para isteyip başımın etini yerken, bu değirmenin suyunun nereden geldiğini düşünüyor mu? Ne gezeeer! Bulmuş benim gibi bir enayi, söğüşleyecek tabii. Yemezler ama, bak ona da dedim, nah şuracığa yazıyorum, eğer sınıfta bir çakarsan, okulda bir yamuğunu görürsem, hakkında bir şikâyet gelirse bakmam gözünün yaşına, alırım okuldan marş marş doğru sanayiye!... Çakozladın mı beni? Hayde bakayım kazıntı!” deyip bırakmıştı.

Ahmet’i okula bıraktıktan üç ay sonra mıydı ne, eve de gelmemeye başlamıştı. Annesine babam neden eve gelmiyor diye sorduğunda, annesi sadece “Boş ver oğlum, böylesi daha hayırlı,” demişti. Ahmet bir süre kimselere belli etmeden için için ağlamış, sonra bu durumu mecburen kabullenmişti. Anlayacağınız Ahmet’e ne kardeşlerinden ne de babasından bir fayda vardı…

İşte sevgili öğrenciler bu yüzden Ahmet sınıfta kalmamak için elinden gelen tüm gayreti gösteriyordu.

Arkadaşları bazen okulun bahçesinde Ahmet’e “Kurt-kurt-kurt, kürt-kürt-kürt gel beni dürt” diye takılırlardı. Bir gün Ahmet anasına “Bizim soyadımız neden kurt? Yoksa aslı Kürt mü? Biz Kürt müyüz?” diye sordu. Belek Hatun oğluna bakıp güldü. Sonra “Bak her akşam televizyonlara çıkan bir adam var. Senin adaşın. Hiç gördün mü o adamı? Soyadı Türk. Ama Kürt partisinin başkanı. Yani demem şu kuzucuğum. İnsanın hiç sadece soyadıyla soyu sopu belli olur mu?” diye cevap vermişti.

Lise ikiyi bitirdiği yaz abisi Hüseyin’i askere çağırmışlar. O da gitmişti. Hatta acemi eğitiminden sonra kurası Tunceli merkeze bağlı Sütlüce Jandarma Karakoluna çıkınca memlekette askerlik yapacak, Berfin Ablası ve İbrahim Abisi yakınında ona kucak açacak, diye sevinmişlerdi. Hüseyin telefonda Ahmet’e “Oğlum gözlerinle görsen inanmazsın lan! Burada karakolda bana kocaman dört çeker bir jeep verdiler, her gün tepesindeyim,” diye heyecanla anlatmıştı. O yaz öyle hızlıca geçti. Ahmet’in akşamları tek sırdaşı abisi Hüseyin’di. O da askere gidince yalnız kaldı; sıkıldı, bunaldı.

Eylül ayında lise üçe başladı. Bir kaç hafta geçti, okul kapısının karşısındaki büfenin yanında kendinden birkaç yaş büyük bazı çocuklarla tanıştı. Öğrenci miydiler, bilmiyordu. Fakat çok kafa çocuklardı. Okuldan sonra hep birlikte onlarla gezip tozmaya başladı. Hatta çok merak ettiği sigaranın tadını bile onların sayesinde öğrendi. Gerçi ilk denediğinde, boğazı yanmış, aksırıp öksürmeye başlayınca çocuklar onunla dalga geçtikleri için hayal kırıklığına uğramıştı. Ama olsun, her şeyin başlangıcı zordur. Babası, annesi, abileri, okulda hocaları, arkadaşları, etrafında bu kadar çok insan bu sigarayı nasıl rahatlıkla içebiliyorsa o da bunu başarabilirdi. Çok geçmeden alıştı, büyüdüğünü göstermek için öksürmeden sigarayla arkadaşlarına hava atmayı başardı(!)  Büyüklerle bir arada olmayı zaten hep severdi. Abisinin yokluğunu onlarla telafi ediyordu. Çocuklar kendi aralarında şakalaşırken ara sıra ağızlarına renkli şekerler atıp çiğniyorlardı…

 

Bir gün merak edip ne yediklerini sordu. İşlerinde en uzun boylu ve yaşça büyük olan Ömer, sigarasından derin bir nefes çekip “Boş ver Ahmet o şekerler sana göre değil” dedi. Çocuk yerine konduğunu düşünüp biraz bozulmuştu. Ertesi gün Ömer yokken diğerlerine eliyle işaret yapıp “O yediğiniz ne iş abi?” diye sordu. Sarı saçlı oğlan, herkes onu Çıyan Selim diye çağırıyordu, “Sen hiç pokemon diye bir şey duymadın mı oğlum?” diye sırıttı. Ahmet saf saf “Yooo! Pokemon ne ki?” deyince, sarışın oğlan “Bu pokemon var ya, adamı uçurur aslanım. Dünyanı unutur, cennete gidersin” dedi. Bir süre durdu sonra cebinden iki tane yeşil hap çıkarıp, “Bak buna pıt atmak denir” deyip haplardan birini ağzına attıktan sonra diğerini Ahmet’e uzattı. “Al bakalım. Pıtla! Bir kereyle nasılsa bir şey olmaz. Sen de cennetin tadına bak. Allah’ın kulusun neticede, eksik kalmayasın,” dedi. Etrafındaki diğer çocuklar sırıtarak Ahmet’e baktılar.

Ahmet uzatılan hapı aldı, avucunun içinde evirip çevirip şöyle bir bakındı. Yuvarlak, üzerinde dört yapraklı yonca figürü işlenmiş, yeşil renkli bir şekere benziyordu. Duraksadı, o anda aklına kısa süre önce televizyonda izlediği bir program geldi. Televizyon muhabiri tinercilerle röportaj yapıyordu. “Kötü olduğunu bildiğiniz halde neden esrar içiyorsunuz?” diye soran muhabire, tinercilerden biri şöyle cevap vermişti: “Abi şu meretin kötü olduğunu, hayatımızı kaydıracağını bilsek hangimiz kullanırdık ki! Sigaraya benziyordu, zaten sigara içtiğim için, şimdi hatırlamıyorum ne zamandı, kimdi, bir arkadaşım, Sigara gibi bir şey deyince merak edip birkaç nefes çekmiştim. İçince anladım ne olduğunu. Sigaradan farklıydı, boğazımı acıttı, sonra da ciğerlerimi. İki-üç dakika geçti geçmedi kontrolümü kaybetmeye başladım, inanmazsın korktum; etrafımdaki hiçbir şey normal değildi. Tam olarak göremiyor, etrafı duyamıyordum. Kafam bambaşka olmuştu. Bir şeyler konuşuyorduk ama ne kadar manalı veya manasız farkında değildim... Saatin ne kadar ilerlediğini, içtiğim sigaranın etkisi geçip normale dönmeye başlayınca fark ettim. İki saat geçmişti, ağzımın kuruduğunu ve müthiş bir baş ağrısının başladığını hissettim... Arkadaşlarımın benle alay etmesini istemediğim için de kendimi sıktıkça sıktım. Esrar içip ilk kez uyuşturucu tecrübemi yaşadığımda on altı yaşındaydım, şimdi halimi görüyon bak...”

Elinde tuttuğu ufacık yeşil hap ile dalıp gittiği düşüncelerden Çıyan Selim’in “Lan bu hapı mundar edecek, bizdeki akla bak, çaylağın tekine verdik güzelim pokemon’u! Ne düşünüyorsun öyle kumrular gibi?” diye haykıran sesiyle uyandı.

Ahmet etrafındaki arkadaşlarını şöyle bir süzdü, nedense kimse onunla göz göze gelmek istemiyor ancak sanki alay eder gibi gülüşmeye devam ediyorlardı. Belki de ona öyle gelmişti. İçinden esrar değil ki bu, ne korkuyorsun, minnacık şekerden ne olur diye mırıldandı. Bir süre öylece durdu, sonra aniden karar verip hapı ağzına attı. İlk anda hiçbir şey anlamadı. On beş yirmi dakika sonra enerjisinin arttığını hissedip bulunduğu yerde neşeyle hoplamaya zıplamaya başladı. Sanki beyninde bir patlama olmuştu. Etrafta bulunan her şey farklı görünüyordu. “Kalbim pıt pıt atıyor, dilim büyüyor abiler! Isırmamak için kendimi zor duruyorum,” diye bağırdı. İçlerinden biri sakız verdi, sakızı çiğneyince sanki biraz rahatladı. Hapın etkisi geçene kadar çocuklarla dolandı. Geç vakit eve varıp odasına kapandı. O gece sabaha kadar uyuyamadı. Gece ara ara boş midesi bulandı, acı sular boğazına kadar geldi, koşturup lavaboya çıkarttı. Yuttuğu o hapta farklı bir şeyler olduğunu anlamıştı, uyuşturucu hakkında duydukları aklına geldikçe içinden belirsiz bir korku yükselse de, hapın etkisi geçince yaşadıklarını unuttu. Zaten o kıyak kafa durumu hoşuna gitmişti, korkmanın bir âlemi yok diye düşündü.

Birkaç gün sonra aynı çocuklarla bir araya geldiğinde onlar pıt atmaya çoktan başlamışlardı. Pokemon dedikleri haplardan Ahmet’e de verdiler. Ahmet biraz ikircikli davranınca hep birlikte güldüler; pokemonun doğal bir maddeden yapıldığını, kimyasal olmadığını, etkisi ortadan kalkınca bir zararının bulunmadığını söylediler. Gençlerin keyfi yerindeydi, renkli şekerleri çiğnerken birbirleriyle şakalaşıyorlardı. Ahmet gruptan dışlanmaktan çekiniyordu, kendisiyle dalga geçilmesini de istemiyordu. Madem birlikteydi, en iyisi onlar gibi davranmaktı. Cebinden fiyakayla bir sigara çıkartıp yaktı, dumanını arkadaşlarına doğru üflerken, avucuna koydukları pokemonu ağzına attı. Kısa süre sonra Ahmet’in keyfi yerinde, kafası triplerdeydi. Sürekli “Abiler ben pıt pıt atıyorum” diyordu. O günden sonra arkadaşlarının arasında adı Pıt Ahmet kaldı. Okul çıkışında tanıştığı arkadaşlarının aslında okula gitmediklerini, öğrenciliği çoktan bıraktıklarını, herhangi bir işte çalışmadıklarını öğrendiğinde onlara biraz acımıştı. Okula gitmeseler de öğrencilerle arkadaşlık yapıp oyalanıyorlar diye düşünüyordu…

Kasım ayı geldiğinde bazı günler arkadaşlarıyla daha sabahtan buluşup gezmeye, okulu kırmaya başladı. Üşütme gibi ufak tefek hastalıklarda gidemediği birkaç günü saymazsak, Ahmet o güne kadar okuluna hiç devamsızlık yapmamıştı. Bu yüzden okula gitmeyince önceleri biraz ürkmüş, için için pişmanlık duymuştu. Notları düşmeye başlamıştı. Hatta bir gün rehber öğretmenle konuşmak, içinin nasıl sıkıldığını anlatmak istedi. Belki ona yardımcı olurdu. Birkaç defa odasına gitti. Rehber öğretmen hep çok meşguldü. Sonra gel deyip başından savdı… Ancak devamsızlık yaptığını okuldan pek kimse anlamadığı için bir süre sonra içindeki o ürküntüyü de attı. Bir tek belalısı matematik öğretmeniydi. Onun dersine girmeyince ertesi gün hemen çağırıp “Oğlum bak devamsızlığın şu kadar oldu dikkat et!” diye ikaz ederdi. Aslında kafası matematiğe iyi çalışırdı. Matematik öğretmenini de severdi. Bir kere sınıfta anlatılan konuyu dinledi mi, bir daha kitabın kapağını açmasa da sınavlardan geçer not alabiliyordu. Ahmet bu işe çözüm nasıl bulurum diye düşündü. Sonunda matematik derslerinin olduğu günlerde okulu kırmayıp kendini sağlama aldı. Zaten matematiğe kafası bastığı için derslerde de kendini iyi hissediyordu. Ay sonunda veli toplantısı duyurusunu annesine söylemedi. Notları matematik hariç iyi değildi. Anası gündüzleri çalışıyordu. Bu güne kadar birkaç veli toplantısına durumu müsaitse sadece Hüseyin Abisi katılmıştı. O da askerde olduğuna göre bu işler için şimdi annesini meşgul etmenin hiçbir âlemi yoktu.

Aralık ayı geldiğinde Ahmet artık hap almadan duramıyordu… Geceleri uyuyamıyor, uyumak için soğuk suyla duş alıp ardından bir hap daha yutuyordu. Uyuyamadığı için gündüzleri çok yorgun ve bitkin hissediyordu. Bu yüzden de içinden okula gitmek hiç gelmiyordu. Hayattan hiçbir beklentisi kalmamıştı. Eski iştahı kaybolmuş, en sevdiği yemekleri bile yemek istemiyordu. Bir ay içinde beş kilo vermişti. Üstelik nedenini anlayamadığı bir şekilde her geçen gün daha asabi oluyordu. Artık Ahmet’in tek bir derdi vardı. O da daha fazla kafayı yükseltmekti…

Ahmet gruptaki gençlerin içinde yaşça en küçüktü, ama hepsiyle iyice samimi olmuştu. Cebinde her zaman harçlık olduğu için çocuklar onu çok seviyorlardı. Yanlarında getirdikleri bira ve sigaraları içip saatlerce sohbet ederken ufak ufak pokemon çiğniyorlardı. Başlarda Çıyan Selim, getirdiği pokemonları hiç karşılıksız gruptakilere dağıtıyordu. Bir süre sonra bu şekerler bedava değil, bende paralar suyunu çekti, pamuk eller cebe deyip herkesten para toplamaya başladı. Mendireğe gitmeden önce herkes ne varsa cebindeki parayı ortaya koyuyor, toplanan paraları alan Çıyan Selim, bir anda ortadan kayboluyor, onlar biraları ve sigaraları alıp mendireğe vardıklarında, elinde birkaç adet pokemon kutusu sırıtarak gruba katılıyordu. Pokemonları nereden bulduğunu asla arkadaşlarına söylemiyor, bu da bizim meslek sırrımız diyordu.

Havaların iyice soğuduğu zamanlar mendireğin arkasında toplandıklarında, buldukları çalı çırpıyla ateş yakıp etrafında oturup ısınıyorlardı. Bir gün gruba, daha önce hiç karşılaşmadığı biri kız diğeri erkek iki kişi katıldı. Ahmet, okulda kızlarla birlikte sınıf ortamında sohbet etmiş olsa da, bir kızın tek başına bu kadar erkeğin arasında bulunmasını Ne işi var bu kızın burada!  diye düşünüp yadırgamıştı. Gruba yeni katılanları Çıyan Selim bizim mahalleden çocukluk arkadaşlarım diyerek tanıttı. Etrafındakilere çaktırmadan kaçamak bakışlarla bir süre kızı gözlemledi. Vücudu ince uzundu. O soğukta bacaklarını açık bırakacak kısa bir etek, üstüne rengi solmuş, daracık bir penye giymiş, omuzlarında bedenine uymayan uzun bol yeşil renkli eskimiş bir asker parkası vardı. Kız yeşil gözlü, kızıl saçlı, beyaz tenli, suratının her tarafında çiller bulunan zayıf biriydi. Dikkatli bakılınca aslında yüz hatları düzgün bir kızdı. Burun deliğine metalden bir halka, gümüş hızma takmıştı. Gözlerinin altı morarmış, gözbebekleri kocamandı. Yanındaki siyah gözlü, kapkara kıvırcık saçlı, çelimsiz, zayıf bir oğlandı. Her ikisin de vücudunun açıkta kalan yerlerinde, kollarında, boyunlarında çeşitli dövmeler görünüyordu. Sürekli el ele tutuşmuş oturuyorlar, bazen grubun sohbetine katılsalar da kayıtsız bakışlarla sardıkları bir sigarayı birlikte içiyorlardı. Onlar hap yutmuyordu. Neden bu gruba katılmışlardı anlayamamıştı. Kız ara sıra ciğerleri dışarı çıkacakmışçasına öksürüyordu. Her öksürük nöbetinden sonra yanındaki çocuk iyi gelir diyerek bir sigara yakıp kıza veriyordu. Kıvırcık saçlı oğlan okumuş birine benziyordu; sigarasından nefes çektikçe, Ahmet’in tam olarak anlayamadığı şöyle laflar etmişti: “İnsanlar hayatta ikiye ayrılır. Kamara yolcuları ve güverte yolcuları. Özgürlük yalnızca kamara yolcularına özgüdür; elbette güverte yolcuları da istedikleri şeylere inanabilirler; yeter ki güverteden ayrılıp zenginlere saldırılarda bulunmasınlar. Ne tip yolcu olursanız olun, unutmayın son sözü geminin kaptanı söyler.” Ardından söze sarma sigarayı eline alıp derin bir nefes çeken çilli kız girdi. “ Yeryüzünde yapayalnızım; ne kardeşim ne annem babam ne bir yakınım ne de bir dostum var. Hassas ruhumu kırdılar, beni insanlara bağlayan tüm bağları zorla koparttılar. Şimdi her şey olup bittiğine göre kimseden korkum kalmadı. Beni endişe ve korkularımın esiri olmaktan kurtardılar” gibi sözler etmişti.  O gün buz gibi havada mendireğin taşları üzerinde akşama kadar hiç birinin bir diğerinin ne dediğini anlamadığı buna benzer bir şeyler konuşmuşlardı. Ahmet eve geldiğinde kafası karışmış, ısınmak için yemek yemeden kendini hemen yatağa atmıştı. Lakin yatakta sağa sola dönüp durdu. Bir türlü uyku tutmadı.

Belek Hatun oğlundaki bu önemli değişikliklerin farkındaydı. İçin için üzülüyordu. Lakin çaresi nedir, ne yapmalı bilmiyordu. Ahmet, pişirdiği en güzel yemeklerden sadece üç beş kaşık alıp sofradan kalkıyor, artık eskisi gibi onunla sohbet etmiyordu. Oğlunun geceleri uyumadığını da anlıyordu. Koca çocuk, o da delikanlılığa adım attı neticede, belki de sevdiği, gönlünü kaptırdığı bir kız oldu, bana söyleyemiyor. Söylemesin zaten, eksik olsun! Ah be oğlum daha çok erken, boşuna mı didinip dururum ben şunca yıldır. Elin kızı bizim neyimize! Daha lise bitecek, üniversite bitecek, elin ekmek tutacak, bak o zaman ben sana istediğin kızı şıpcacık nasıl alırım, diye kendi kendine söyleniyordu. Bir yandan da ah bir uyusa da eskisi gibi saçlarını okşayabilsem diye can atıyordu. Oğlunun derdinin çaresini bulamasa da, büyüdü arkadaşlarının yanında mahcup olmasın benim güzel kuzum, hem de morali düzelir diye, yatağının kenarına her gün biraz daha fazla harçlık koyuyordu…

Bir gün dayanamayıp duraktaki şoför arkadaşlarına Ahmet’in durumunu anlatıp dertleşti. Anlatmaz olaydı! Münasebetsiz şoförlerden biri “Abla senin bu çocuk pıt atan tinercilerle arkadaş olup hap map falan alıyor olmasın!” diye laf çakmıştı. Belek Hatun bu, kalır mı öyle her lafın altında, şoförün ağzının payını oracıkta verdi. Ahmet’im, benim kuzum o, ne işi olacakmış o ne idüğü belirsiz pıt atanlar, tinerciler, hapçılarla! Anasının onu okutmak için gece gündüz tırnağıyla, dişiyle çalıştığını bilmez mi? O hayırsız babaları bile bulaşmadı bu pis illete. Benim akıllı oğlum mu bulaşacakmış! diye söylenip durdu. Bazı bazı içine kurt düşse de hiçbir vakit konduramadı hapçılığı Ahmet’e…

Ahmet bir gün dersler sona erip okul kapısından çıkarken yolun ilerisinde, köşede mendirek arkadaşlarının itiş kakış bir şeyler tartıştıklarını gördü. Merak etti, hızlı adımlarla yanlarına gitti. “Hayrola ne oluyor?” diye sordu.

Ömer, Ahmet’in geldiğini görünce “Yaylan buradan, bugün bunlara bulaşma!” dedi. O sırada geçenlerde kızla birlikte mendirekte yanlarına gelen kıvırcık saçlı oğlan, Çıyan Selim’in çenesine bir yumruk attı. İtiş kakış kavgaya döndü. Kimin kime vurduğu belli olmuyordu. Okuldan çıkan öğrenciler kaldırımın diğer tarafından kavga edenleri seyretmeye koyuldu. Bazıları tezahürat bile yapıyordu. Ömer yakaladığını kolundan bacağından çekiştirip, kavga edenleri ayırdı. Kıvırcık oğlan tumturaklı bir küfür savurup yanlarından uzaklaştı. Gömleğinin kolu yırtılmış; giderken gözlerinden yaşlar akıyordu. Selim söylene söylene ayağa kalktı, kanayan burnunu eliyle sildi, “Su testisi suyolunda kırılır, senin de kafanı kırmadıklarına şükret!” diye avazı çıktığı kadar kendisine yumruk atan oğlanın ardından bağırdı. Diğer çocuklar Selim’in üstünü başını silkelediler.

Ahmet neler olup bittiğini, arkadaşlarının neden kavga ettiklerini anlayamamış, okuldan çıkan diğer çocuklarla birlikte bir kenarda şaşkın şaşkın kavgayı seyrediyordu. Öğrencilerden biri polis arabası geliyor! diye haykırdı. Ömer, Çıyan Selim ve kavgaya karışan diğer çocuklar dört bir yana dağılıp koşar adımlarla gözden kayboldular. Polis aracı durmadı yoluna devam etti, Pıt Ahmet başını sallaya sallaya evinin yolunu tuttu. Tam evin bulunduğu sokağa dönmek üzereyken ileride yarı yıkık bir duvarın ardına saklanmış Çıyan Selim’i gördü. Yanına doğru yürüdü. Çıyan Selim yoldan gelip geçen var mı diye sağa sola bakıp etrafı kolaçan etti. Kimse olmadığını görünce duvarın üzerinden atlayıp Ahmet’in yanına geldi. Her zamanki yüz ifadesini takınıp sırıtarak, “Pokemon istiyorsan, bastır parayı yarım saatte, mendireğin oraya getiririm” dedi.

Ahmet, Selim’in teklifine aldırmadan “Neden kavga ediyordunuz?” diye sordu.

Çıyan Selim “Boş ver o herifi, pisliğin teki, kız arkadaşı altın vuruş yapıp mortu çekmiş, gelmiş bana hesap soruyordu. Bana ne senin orospu manitandan. Ben mi öldürdüm onu? Manitana müşteri bulurken, kızın müşteriden kazandığı parayla uyuşturucu alırken benden iyisi yok. Sonra sermayen mortu çekince, gel bana dayılan, var mı lan öyle yağma! Ben kaçın kurasıyım, yer miyim öyle kelekleri” diye kendini savundu.

Ahmet kızın öldüğünü duyunca şok oldu. Hiçbir şey söylemeden Selim’in yanından ayrılıp eve girdi, odasına kapandı. Belek Hatun’un yemek hazır seslenişlerine de hiçbir cevap vermedi; canı hiç bir şey istemiyordu. Gece boyunca kızıl saçlı çilli suratlı kızın yüzü gözünün önünden bir türlü gitmedi. Demek kız ölmüştü! Nedenini öğrenmek için sabahı zor etti.

Ertesi gün gidip Ömer’i buldu. Kızın neden öldüğünü, Selim’in bu işte bir parmağı olup olmadığını sordu.

Ömer, Ahmet’i şöyle uzunca bir süre süzdü. Sonra konuşmaya başladı. “Bak Ahmet seni severim. Akıllı uslu bir çocuksun. Sen bizim gruba fazla takılıyorsun. İlk geldiğin gün de bu haplar sana göre değil demiştim; dinlememiştin. Benden sana abi tavsiyesi. Çıyan Selim’e fazla yaklaşma, hatta hiç bulaşma.” deyip cebinden sigara paketini çıkardı Ahmet’e ikram ettikten sonra çakmakla kendi sigarasını yaktı.

Ahmet “Ömer Abi ne demek istediğini anlamadım. Size ne zararım var. Biz arkadaş değil miyiz, ne yamuğumu gördün de böyle söylüyorsun?” dedi şaşırarak.

“Bak oğlum şimdi kafam iyi diye sana bunları anlatıyorum sanma. Bu işte dostluk falan yok, madde arkadaşlığı vardır. Şunu unutma madde kullanan kişinin kendisiyle değil, şeytanıyla konuşursun. Böyle şeyler ilk defa mı başımıza geldi sanıyorsun, ölen kim olursa olsun, orada bırakır gidersin. Bu işin raconu bu. Öldü diye kızın ardından ağlayacağımızı mı sandın. Hepimizin sonu aynı, ha bugün ha yarın.

Kız neden öldü sanıyorsun. Uyuşturucu bağımlılığından. Evvelsi gün krize girmiş, Çıyan Selim’den mal istemiş. Mal dediğim hap filan değil, zaten o kızı ve arkadaşını hap, ot gibi şeyler artık kesmiyordu. Parası da yok garibanın. Çıyan bedavaya mal vermez. Adam haklı, torbacılık yapıyor; aldığı malı satıyor, eline de üç beş kuruş geçiyor. Bu yüzden, paran yoksa mal yok diye kızı terslemiş. Kız da buna, bana adam bul para kazanayım diye yalvarmış. Bunun üzerine Çıyan kızı birkaç adama satmış. Adamlar kıza çok kötü davranmışlar; işlerini bitirince kıza bir de sopa atmışlar. Kız krizde olduğu için yediği dayak umurunda değil, tek derdi toz bulmak. Çıyan Selim sonunda dayanamayıp kıza biraz toz vermiş. O da bunu hemen bir kaşığın içinde suyla karıştırıp, enjektörle kolundan vurmuş. Birkaç dakika geçince kızın nefesi kesilmiş, beti benzi atmış, bayılmış. Çıyan’ın eli ayağı tutuşmuş tabii, kızın erkek arkadaşını arayıp haber vermiş. Çocuk geldiğinde kız çoktan mortu çekmiş. İşte kızın ölüm hikâyesi bu. Kızın erkek arkadaşı, tozu verdi diye Selim’e kızıyor, sanki kız krize girdiğinde kendisi farklı davranacaktı da. Uyuşturucuya alıştın mı artık her boku yaparsın, ona kulluk edersin. Elinde avucunda ne var ne yok uyuşturucuya harcarsın. Paran olmayınca hırsızlık yaparsın. Kızlar fuhuş yaparak uyuşturucuyu daha kolay bulurlar. Çoğunun yanında da kıza asalak uyuşturucu müptelası, torbacı biri vardır. O çocukta torbacılık yapmış, patronunun gözünden düştüğü için şimdi ona mal vermiyorlar. O da kıvranıp duruyor. Bu uyuşturucuyu asıl tedarik eden baronların kendisi sigara bile içmez. Çoğu hacca gitmiş adamlardır. Yaptıklarından utanmazlar, “İçmesinler. Ben satmasam, başkası satar” derler.” Bu söylediklerimi aklından sakın çıkarma!”

Ahmet Ömer’in yanından ayrılıp eve geldiğinde allak bullak olmuştu. Abisinin yokluğunda sohbet ettiği, kafa çocuklar dediği arkadaşlarının uyuşturucu batağının içinde olduklarını gördü. Aslında kendisinin de onlardan bir farkı yoktu. Hap almadığı zamanlar çok kötü hissediyor, her ne olursa olsun, Çıyan Selim’i bulup cebindeki son kuruşa kadar pokemonlara veriyordu. Onlardan farkı esrar denememişti. Kafayı yükseltmek için haplar yetiyordu. Arkadaşlarının kızın ölümünü umursamamaları Ahmet’i çok etkiledi. Her gece bundan sonra o çocuklarla asla bir araya gelmeyeceğim, sabah erkenden okula gideceğim diye kendine söz veriyordu. Sabaha kadar uyuyamayıp kendini çok bitkin hissedince soluğu hap almak için çocukların yanında alıyordu. Vicdan azabı, pişmanlık kurt gibi Ahmet’in içini bitiriyordu. Günler hızla akıp geçiyor, Ahmet artık yaşadığı olayları anlamakta ve kendini kontrol etmekte ciddi zorluk çekiyordu.

O yılın son günüydü, insanlar evlerinde Yeni Yılı kutlama hazırlığı yaparken televizyon ekranlarında kara bir haber dönüp durmaya başladı. O sabah Tunceli’nin Sütlüce Jandarma Karakolundan çıkan konvoydaki bir araç, PKK teröristlerinin yola yerleştirdiği mayına çarpıp havaya uçmuş, araçta bulunan dört asker şehit olmuştu. Kara haber tez ulaşır derler ya, gün bitmeden anasıyla oturdukları eve başsağlığı dilemek için bir sürü rütbeli asker doluştu.  Evlerinin önüne Türk bayrakları asıldı. Evin bulunduğu dar sokakta tanıdığı tanımadığı sıra sıra insanlar saatlerce oturdu. Ertesi gün askeri bir araç abisinin cenazesini mahalledeki camiye getirdi. Cenazeye ne babası, ne ablası, ne de abileri geldi. Öğle namaz kılınırken musalla taşının başında dört asker nöbet bekledi. Şehit cenazesi var diye cami avlusu çok kalabalıktı. Altı aydır görmediği abisinin askerde çektirdiği bir fotoğrafını çoğaltmışlar cami avlusunda bekleşen herkesin yakasına takıyorlardı.

Ahmet ilk kez o gün anası Belek Hatunun Kürtçe ağıt döküp ağladığını gördü. Mahalleli bir süre eve geldi gitti. Sonunda anasıyla tek başına kaldı. Bir hafta geçti, Belek Hatun “Bu kadar yas yeter haydi bakalım kuzum okula gitme vakti” dedi.

“Haftaya okullar tatile girecek, gitmesem de olur” diye ne kadar itiraz ettiyse de anasını ikna edemedi.

Ahmet okula başladı. Onu tanıyan birkaç arkadaşı dışında abisinin şehit düşmesini hiç kimsenin umursamadığını gördü, çok şaşırdı…

  

Bir kardeşin eşkıya, diğerinin asker kıyafeti giyip birbirini vurduğu o günlerde abisinin ölümü okulda kimsenin umurunda bile olmamıştı… Yürek mi dayanır buna, onunki de dayanamamıştı.

Bir haftadır kafasında kurup duruyordu. Anam hem bana hem de abime bakmak için yıllardır İstanbul’un şu sokaklarında direksiyon sallıyor. Bırak! Evinde otur, şimdiye kadar kazandığın üç beş kuruş yeter diyorum, olmaz diyor. İlla ben okullarımı bitirene kadar çalışacakmış. Ben de okuyacak hâl mi kaldı anacım! Bir de başımda şu hap belası. Ah anacım ah benden adam olmaz ki. Ben zaten kopmuşum, bu illete düşenlerin sonu ölüm. Hüseyin de öldü, geriye bakacağı boğaz bir tek ben kaldım. Hayatın benim için yaşanacak hiç bir yanı kalmadığına göre en iyisi, evet en iyisi… sözünü tamamlayamadı.

Hava buz gibi soğuktu. Bir süre burunlarını çekerek denize doğru bir kayanın üzerinde oturdu. Gazeteye sardığı biraları ardı ardına devirdi. Başını kaldırıp ufka doğru şöyle bir baktı, sigarayı işaret ve başparmağı arasında sıkıştırıp deniz doğru fırlattı, sonra yeteeeer, yeteeeer diye bağırdı, bir daha bağırdı… Lakin sesini martılardan başka kimse duymadı. Martılar da ürkerek dört bir yana kaçıştı. Elleri titriyordu, cebine soktu. Bir avuç dolusu hapı çıkartıp ağzına attı. Artık anasının onun için çalışmasına gerek yoktu. Her taraf zifiri karanlıktı…

Ahmet içine düştüğü o karanlıktan hastanede gözlerini açtığında bir elini annesi, diğer elini matematik hocası tutuyordu. Etrafına bakındı, gözlerine inanamadı. Dudaklarından sadece “Ben cennette miyim?” sözü döküldü…

Ahmet midesi yıkanıp yeniden hayata döndüğü hastanede yaklaşık bir hafta kaldı. Sonra uyuşturucu bağımlılarının tedavi gördüğü kliniğe yatırıldı. Alkol ve Madde Bağımlılığı Tedavi ve Eğitim Merkezinde bir ay boyunca tedavi gördü.  İlk on beş gün bağımlı madde yoksunluğuna alışma ile geçti. Tedavinin en zor safhası bu dönemdi. Sıcağı oldum olası sevmezdi, vücudundaki toksinleri atmak için her gün uzun süre saunaya girmek zorunda kalmıştı. Ağrı kesici ilaç bile vermiyorlar, sadece mineral ve vitamin takviyesi yapıyorlardı. Ardından bir rehabilitasyon programı uygulandı; öfke krizi geldiğinde kendini nasıl kontrol edeceğinin eğitimini aldı. İkinci dönem tekrar okuluna başladı. Bağımlılıktan kurtulmak kısa sürede olmuyor tabii. Okul saatlerinin dışında ve hafta sonları onun için özel olarak hazırlanmış rehabilitasyon programına göre tedaviye bir süre daha devam etti. Bir daha asla ağzına bağımlılık yaratacak bir şey sürmedi. Daha önce uyuşturucu bağımlılığından kurtulmuş olanlardan mutlu olmanın yollarını dinledi.

Tedavi merkezinde görüp tanıştığı insanlar, anlattıkları inanılmaz hayat hikâyeleri, neticede uyuşturucu bağımlılığının insanın hayatına son vermek dâhil neler yaptırabileceğini görmek, onun hayata farklı gözlerle bakmasını sağlamış ve artık bambaşka bir çocuk olmuştu. Lise sonda gece gündüz üniversite sınavlarına çalışıp Fen Fakültesini kazandı. Geçen sene o dağ gibi Belek Hatun vefat edince Ahmet hayatta tek başına kalmıştı. Lakin tedavi merkezinde yaşama dair öğrendikleri, çok daha önemlisi anasına verilmiş bir sözü vardı, hayata yılmak olmazdı, daha çok çalıştı, fen fakültesini dereceyle bitirdi…

Şimdi hepiniz o gün Ahmet’in okula gitmeyip, intihara kalkıştığının nasıl anlaşıldığını merak ediyorsunuzdur değil mi? 

Ahmet intihara karar verdiğinde fark edilmemek için matematik dersinin olmadığı cuma gününü seçmişti. Oysa Ahmet’in düşünemediği, cuma günleri matematik öğretmeninin onun sınıfına dersi olmasa da nöbetçi öğretmen olduğuydu. Matematik öğretmeni nöbetçi öğretmen olarak ilk teneffüs sonunda öğrencileri sınıflarına sokarken, 11- C’ye gelince, şöyle bir sınıfa bakıp “Çocuklar Ahmet nerede?” diye sormuştu. Sınıftan ses çıkmayınca, “Bakın çocuklar bugün Ahmet’in devamsızlıkta on dokuzuncu günü, eğer bir gün daha okula gelmezse otomatikman sınıfta kalacak. Yazık değil mi? Nerede olduğunu bilen varsa sakın saklamasın, lütfen bana söyleyin” demişti. Sınıftaki çocuklardan biri el kaldırıp, “Öğretmenim gerçekten bilmiyoruz. Fakat okul çıkışındaki bakkalın önünde oturan gençler var ya, Ahmet onlarla çok samimi, belki onlar bilebilir,” dedi.

Matematik öğretmeni hemen o gençleri buldu. Köşede toplanmış sigara içiyorlardı. Gençler önce kendi başlarının belaya gireceğini düşünerek Ahmet ile ilgili bilgi vermek istemediler. Hatta içlerinden biri utanmadan senin borun burada ötmez diyerek posta koymaya, hafif yollu tehdit etmeye bile kalkıştı. Öğretmen direnince içlerinde en büyük ve uzun boyluları Ömer “Evde değilse her zaman gittiğimiz mendireğin orada olabilir belki” dedi.

Çıyan Selim “Bu sabah onu gördüm. Bizi bile beklemeden acele acele çekti gitti. Gitmeden önce de benden bir kutu pokemon aldı, hem de en güçlüsünden,” diye pis pis sırıtarak lafa girdi.

Matematik öğretmeni hemen idareye haber verdi. İdare önce polisi sonra da Ahmet’in annesini aradı. Polisler bir saat içinde kayaların üzerinde öylece baygın yatan Ahmet’i bulup hastaneye kaldırdılar. Ahmet’in bulunduğu haberi gelince Matematik Öğretmeni, Belek Hatun ile birlikte hastaneye gitti.

Evet, sevgili öğrenciler. Pıt Ahmet kurtuldu. Fakat şunu aklınızdan sakın çıkarmayın! Pıt atan gençlerin çoğu asla bu kadar şanslı olamaz. Onu hayata döndüren, bir öğretmenin dikkati ve sonrasında annesiyle birlikte şefkatle dokunuşuydu... İşte size uyuşturucunun tuzağına düşmüş bir öğrencinin hikâyesini anlattım. Ahmet’in hayatını kurtaran annesine ve çok değerli matematik öğretmenine ne kadar teşekkür etsek azdır.

Buradan velilere de sesleniyorum, çocuğunuzda en ufak bir farklılık sezerseniz bıkmadan usanmadan onu izleyin. Benim çocuğuma olmaz deyip gözlerinizi başka tarafa çevirmeyin. Cebine ihtiyaç duyacağından fazla para koymayın!” dedikten sonra genç adam sustu…

Sanki gözleri dolmuş, boğazı düğümlenmişti. Kürsüye konmuş bardaktan bir yudum su içip yutkundu, ardından sözlerine şöyle devam etti:

“Değerli veliler, sevgili öğrenciler bu kürsüye ilk çıktığımda belki fark ettiniz. Bir süre duraksayıp etrafa bakındım. Neden biliyor musunuz? Hayır, hayır. Heyecanımı yenmek için değildi.” deyip yeniden sustu. Herkes merakla genç öğretmenin ne söyleyeceğini bekliyordu.

Öğretmen “Pıt Ahmet bu okulun öğrencisiydi, beş yıl önce mezun olurken annesi Belek Hatun da şu tribünlerin en köşesinde gururla oturmuştu. Onu mezun eden hocaların, idarecilerin çoğunun değiştiğinin farkında olsam da, gözlerim ümitle Pıt Ahmet’in hayatını kurtaran o matematik öğretmenini arıyordu. 3189 Ahmet Kurt’u, yani benim hayatımı kurtaran matematik öğretmenimi. Ve şimdi gözlerim onu buldu!” diye bağırarak birden kürsüden indi, öğretmenlerin oturduğu sıraya doğru yürümeye başladı.

Salonda çıt çıkmıyor, nefesler tutulmuş bütün gözler genç öğretmeni takip ediyordu. Yan gözle eşime baktım, her iki gözünden yaş damlıyordu. Pıt Ahmet’in hikâyesinden çok etkilendi herhalde derken, genç adam eşimin önünde durdu. Ben ne olduğunu anlamaya çalışırken genç adam eşimle çoktan kucaklaşmış birlikte ağlıyorlardı…

Sulu gözlü biri sayılmam lakin yaşlandık mı ne! Bir anda salondan çılgınca alkış sesleri yükselirken, benim gözlerimden de yaşlar boşandı…

bottom of page