Abaküs Mustafa
- Tamer Şahin
- 21 Kas 2018
- 13 dakikada okunur

O gün İzmir’den Berlin’e gidiyordum. On dört otuz uçağına, kapıların kapanmasına birkaç dakika kala zar zor yetiştim. Telaş içindeydim. Elimdeki ufak çantayı yerleştirmek için başüstü dolaplarının hangisinin kapağını açsam ağzına kadar doluydu. Sonunda uçuş görevlisinin yardımıyla çantama bir yer buldum. On sekiz numaralı sırada koridor tarafındaki koltuğa nefes nefese oturdum. Koltuk komşum ellili yaşlarda bir adamdı. Son dakikada yanına oturana aldırmadı bile. Başını cam tarafına çevirmiş sessizce dışarıyı seyrediyordu. Yolculuk süresince başımı dinleyebileceğim için içimden bir sevinç dalgası yükseldi. Zaten yolculuk yaparken tanımadığım insanların gevezeliklerini dinlemekten pek hoşlanmam. Bilirsiniz birçok insanın yolculuk esnasında çenesi düşer. Dinlemeye razı olduğunuzu anladığı anda böyleleri neredeyse tüm hayat hikâyesini anlatır. Sırlarını ve dertlerini kırk yıllık dostuymuşsunuz gibi bir çırpıda ortaya döker. Nasıl olsa bir daha sizinle karşılaşmayacak ya, hakkındaki her şeyi bilseniz ne olacak?
Uçak havalandı. İzmir körfezinin pırıltılı suları üzerinde yarım bir tur attıktan sonra kuzeye yöneldi. Beyaz bulutların üzerine yükseldiğimizde yer artık görünmez olmuştu. Koltuğun arkasına konmuş bir dergiyi açıp öylesine okumaya başladım. Yaklaşık yarım saat geçti. Koltuk komşum birden yüzünü bana doğru çevirdi, elimde tuttuğum dergiye şöyle bir baktı, sonra gözlerini gözlerime dikti, sol gözü çok belirgin bir şekilde seğiriyordu. Ve bir anda “Okuma biliyor musunuz bayım?” diye sordu.
Elimde tuttuğum dergiyi şöyle bir çevirip dizlerimin üzerine koydum. Doğrusu böyle bir soru karşısında şaşırdığımı ifade etmem gerekir. Dergiyi adama doğru uzatarak, alaycı bir tonda “Elimdekini görmüyor musunuz?” dedim.
Adam sakin bir şekilde “Evet ancak kitapları/dergileri değil, onu herkes yapar, benim sorum insanları okumayı biliyor musunuz?” dedi. “İnsanların üzerlerinde taşıdıkları simgeleri, kokularını, takıntılarını, sakinliklerini, telaşlarını, zekâlarını, yüreklerini, hayallerini, gözlerinin ifadelerini, mimiklerinin anlamlarını, vücut hareketlerinin gerisindeki hikâyeleri okuyabilir misiniz?”
Selamsız sabahsız bana sorduğu bu soruya herhangi bir cevap vermedim. Bunlar geveze bir yolcunun öylesine ortaya attığı sorular olabilirdi. Adam, cevabımı beklemeden konuşmasına devam etti:
“Boş verin!” dedi. “Ben yılların öğretmeni olarak kendimi insan sarrafı sanıyordum, değilmişim! Bu yaşımda insanları okumayı bilmediğimi öğrendim.” Sonra sustu ve yeniden başını dışarıya çevirerek bulutları seyretmeye devam etti.
Suskunluğa dönmesine sevindim. Bana ne dedim içimden. İnsanları okumak, tanımak kolay şeyler değil ki. Zaten böyle konularda saatlerce konuşsan bile elle tutulur bir şey elde edemezsin. Dergideki makaleye dönüp kaldığım yerden okumaya devam ettim. Kısa bir süre sonra gözlerimin derginin satırları üzerinde sabit bir noktaya baktığını, kendimi zorlayarak yazıları okumaya çalıştığımda okuduklarımı anlayamadığımı, zihnimin adamın sorduğu soruya takılı kaldığını fark ettim. Neydi bu? Acaba adamın bana anlatmak istediği farklı bir şey mi vardı? O sözler öylesine söylenmiş birkaç cümle olabilirdi ama adamın bakışları geveze birine hiç benzemiyordu. Gene de, ya bu sözler bana derdini anlatmak için bir girizgâh ise! Beni tuzağına düşürüp saatlerce gevezelik yapacaksa! Tekrardan boş ver, dedim kendime. Adam da, derin düşüncelere dalmış ve tek başına seyahat ediyormuşçasına sadece lombozdan bulutları seyrediyordu. Yolculuğumuz bir süre daha sessizce devam etti. Sonunda bu duruma daha fazla dayanamadım ve iradem dışında dudaklarımdan “Beyefendi, az önceki sözlerinizle neyi kast ettiniz, açıklar mısınız lütfen?” sorusu döküldü.
Adam başını benim tarafıma çevirdi, gözlerini tekrar üzerime dikti ve bir süre dikkatlice yüzümü inceledi. Bakışlarının ne anlama geldiğini çıkartamadım. Sonra sakin bir ses tonuyla “İsterseniz size bir hikâye anlatabilirim.” dedi.
Ok yaydan çıkmış, istemeden adamın tuzağına düşmüştüm. Buyurun anlamında başımı salladım. Adam anlatmaya başladı:
“O çocuğu, sanırım ilk kez okulun açıldığı haftanın son günü gördüm. Aslında buna benzer durumları her gün onlarca kez yaşadığım için başlangıçta zihnimde bir iz bırakmamıştı.”
“Hangi çocuk?” diye sordum.
Umursamadan konuşmaya devam etti. “İkinci kattan bir alt kattaki odama doğru yürürken bir öğrenci merdivenleri ikişer ikişer atlayarak hızla yanımdan geçti. Teneffüs saati değildi. Yürümeye devam ederken çocuğa 'Ders saatinde ortalıkta dolaşmayın, doğru sınıfına git!' diye bağırdığımı hatırlıyorum. Ertesi hafta on birinci sınıfların dersliklerinin bulunduğu üçüncü katta nöbet tutan bir öğretmen, müdür yardımcısına 9- E’nin matematik derslerinin boş geçtiğini, çocukların sınıfta öğretmen olmadığı için çok fazla gürültü çıkardıklarını söylemiş. Dönem başında bazen böyle durumlarla karşılaşırdık. Ders programları hazırlanırken hata yapılmış, gözden kaçırılmış ve o sınıfa ders planlanmamış olabilir. Matematik öğretmenlerinden birinin haftalık ders saatini artırarak programdaki boşluğun düzeltilmesi talimatını verdim. Birkaç hafta geçti, okulda dolaşıyordum; bir öğrencinin binanın kuzey tarafındaki merdivenleri çıkarken … yüz on dört, yüz on beş, yüz on altı … şeklinde yüksek sesle sayı saydığını duydum. Yanıma çağırdım. Ne yaptığını, neden ders saatinde sınıfın dışında dolandığını sordum. Çocuk “Merdivenleri sayıyorum Hocam” dedi. “Oğlum sen deli misin? Merdivenlerin sayılacak nesi var?” dedim. “Hocam bu okulu çok seviyorum çünkü mükemmel sayıda merdivenimiz var.” cevabı verdi. Çocuk aklıyla bana yaranacak! Yer miyim? Tüm ciddiyetimi takınarak “Derhal sınıfına git!” dedim. Çocuk başını önüne eğdi. “Tamam, ama öğretmen beni sınıfta istemiyor ki!” diyerek yanımdan uzaklaştı. İlk fırsatta bütün idarecilere ve öğretmenlere ders saatinde çocukların sınıf dışına bırakılmaması talimatı verdim. Burası ilkokul mu canım! Koca lise, ders saatinde çocuklar oyun oynar gibi serbest bırakılmaz.
Ertesi hafta sabah bayrak töreninde, İstiklal Marşı söylendikten sonra aynı çocuğun 'Okulun mükemmelliği bozulmuş, bugün ders yapılmaz!' şeklinde sızlandığını duydum. Çocuk sürekli başını sallıyordu. Öğretmenler onu susturmaya çalıştıkça çocuk daha yüksek sesle aynı nakarata devam ediyordu. Arkadaşları koluna girip onu sınıfa doğru çekerken hem bağırıyor hem de kendi ceketinin kolunu ısırıyordu. Öğrenciler dersliklerine girince 9-E’nin sınıf öğretmeni yanıma geldi. 'Müdür Bey bu çocuk çok uyumsuz. Hatta onda algılama ve zekâ geriliği de var. Söylenenleri anlamıyor. Arkadaşlarıyla doğru dürüst iletişim kuramıyor. Lütfen velisini çağırıp görüşelim.' dedi.
Çocuktan şikâyetçi olan sadece sınıf öğretmeni değildi. 9-E sınıfında derse giren bütün öğretmenler o çocuktan yaka silkiyorlardı. Anlatılanları dinlemediğini, derse odaklanmadığını, ders süresince kendi hayalinde canlandırdığı olaylar hakkında sayıkladığını, çoğu kez yüksek sesle konuşarak diğer öğrencilerin dikkatini dağıttığını söylüyorlardı. İşin kötüsü, çocuğun sözlerini ve ne demek istediğini kimse anlayamıyordu. Anlaşılan böyle durumlarda çocuk sesini daha fazla yükseltiyor, başını hiddetle sallıyor, hatta kendi elini ve kolunu ısırıyordu. Öğretmenler ve sınıftaki diğer öğrencilerde bu durumdan tedirgin oluyorlardı.
Neyse çocuğun velisini okula çağırdık. Annesi ve babası birlikte geldiler. Sınıf öğretmeni ve rehber öğretmen ile görüşme yaptıktan sonra odama gelip benimle konuşmak istediler. Kabul etmedim çünkü o gün işim başımdan aşkındı. Zaten her öğrencinin anne ve babasıyla konuşmaya kalksam hiçbir işime yetişemem. Geldiklerinde sadece kapıdan rehber öğretmenin tavsiyelerine uyun dedim. Çocuğun annesi benim oğlum zihinsel özürlü değil diye bir şeyler mırıldandı, aldırmadım, sessizce ayrıldılar.
Birkaç gün sonra rehber öğretmenin yazdığı raporu okudum. Çocuğun arkadaşlarıyla ve öğretmenlerle iletişim kuramadığını, dersleri dinlemediğini, çoğu kez dersten kaçıp okul içinde garip sesler çıkartarak dolaştığını, bütün derslerden zayıf not aldığını ve muhtemelen zekâ özürlü olduğunu yazmış. Çocuğun Rehberlik Araştırma Merkezine gönderilip muayene edilmesini ve onların vereceği rapora göre normal öğrencilere uygulanan eğitim yerine Bireysel Eğitim Programına alınmasını tavsiye etmiş. Bu programa alınan çocuklara, notları zayıf da olsa sınıf tekrarı uygulanmıyor. Sınıfta kalma olmaması bir avantaj. Anne ve babanın bir tahsilleri yok, geçici işlerde çalışarak kıt kanaat geçinen insanlar. Baba çocuğun durumunu kabullenmiş ama ne yapacağını bilmiyor. Anne ise oğluna toz kondurmuyor, normal olduğunda ısrar ediyormuş. Aile çocuğun Rehberlik Araştırma Merkezine götürülmesi konusunda anlaşmaya varamamış. Rehberlik Araştırma Merkezinin raporu olmadan bir çocuğu Bireysel Eğitim Programına almak pek mümkün değil. Bu yüzden aile ikna olana kadar çocuk hakkında herhangi bir işlem yapmayı uygun görmedim. Sonunda derslerinden başarısız olur ve iki yıl üst üste sınıfta kalırsa okuldan atılır. Her çocuk aynı olacak değil ya. Ayrıca okullarda o kadar çok problemli çocuk var ki. Hangi birine, nasıl yetişeceksin? Olayın üzerinde fazla durmayıp geçtim.
Kasım ayında yaptığımız Şube Öğretmenler Kurulu toplantısında 9-E sınıfına giren bütün öğretmenler o çocuk hakkında şikâyette bulundular. Gördüğü on dört dersin tamamından zayıf almış. Notları yüz üzerinden sıfır ile on arası. Görünen o ki çocuğun elle tutulur hiçbir yanı yok.”
Merakıma yenilip adamı konuşturmaya başladığım için kendime kızdım. Anlattıklarında olağan dışı bir şey yoktu. Sıkıldığımı belli eder tarzda sözünü keserek “Okullarda çok sık karşılaşılan bir durum. Anlattıklarınızda ilginç hiç bir yön göremedim beyefendi.” dedim.
“Karar vermekte acele etmeyin. Henüz işin şaşırtan kısmına gelmedim.” dedi adam. Sanki konuştuğu için pişman gibiydi. Bir süre gözlerini kısarak beni inceledikten sonra ne düşündüyse “Haklısınız belki bu öyküden size hiç bahsetmemeliydim. İlginizi çekecek bir konu olmayabilir.” dedi ve tekrar sessizliğe bürünerek lombozdan dışarıyı seyretmeye koyuldu.
Adamın gevezeliğinden kurtulduğum için içimden derin bir oh çektim. Derginin sayfalarını çevirmeye koyuldum. Bir yandan da adamın ilginç tavrı zihnimi kurcalıyordu. Geveze biri olup olmadığı konusunda karar veremiyordum. Belki de o çocuğun hikâyesinde gerçekten ilginç bir şeyler vardı. Sonunda pes ettim ve koltuk komşuma “Hikâyenizi kestiğim için kusura bakmayın. Sonra ne oldu? Devam eder misiniz lütfen?” dedim.
Adam kısa bir tereddüt gösterdi “En son Şube Öğretmenler Kurulu toplantısından bahsetmiştim değil mi?” dedi ve cevabımı beklemeden kaldığı yerden anlatmaya devam etti: “Kurul toplantısını bitirdik. Tam salondan ayrılacağım sırada, okulumuza dönem başında atanmış stajyer öğretmenlerden Sidal Hanım, yanıma yaklaştı.
“Müdür Bey izniniz olursa 9-E sınıfının matematik derslerine ben girmek istiyorum. Belki o çocuğa yardımcı olabilirim.” dedi.
Okulda çok sayıda öğretmen var. Bu genç öğretmenle o güne kadar yüz yüze konuşma fırsatım olmamıştı. Genç öğretmeni şöyle bir baştan aşağıya süzdüm. Yirmili yaşların başlarında, orta boylu, kızıl saçlı, buğday tenli, gözlerinden yaşam idealleri okunan biri. Daha önce dikkat etmemişim, küçük kızıma da çok benziyor. Bazı öğretmenler zorluk çıkartan bu çocuktan uzak durmaya çalışırken, gencecik bir öğretmenin gönüllü olma teklifini biraz şüpheyle karşıladım. “Yapabilir misin? dedim.
Sidal Öğretmen “En azından, denemek istiyorum” cevabı verdi. Başarabileceğine pek inanmasam da, hemen arkamda duran müdür yardımcısına programda gerekli değişikliğin yapılması talimatını verdim.
Çok uzatmayayım. dönem süresince 9-E sınıfında derse giren hocaların o çocuk yüzünden şikâyetlerinde hiçbir değişiklik olmadı. Öğretmenler sık sık odama gelip bu çocuğun kendi sınıflarından alınmasını hatta okuldan kaydının silinmesini istediler. Anlattıkları olaylar gerçekten çocuğun çok garip davrandığını gösteriyordu. Çocuk sayılar konusunda takıntılı. Arkadaşları ona Abaküs Mustafa adını takmışlar. Sürekli bir takım sayıları tekrarlıyor, sayıklıyor, heyecanlanıyor, hırçınlaşıyor. Öğretmenler veya arkadaşları ne yaparsa yapsın bu çocuğu sakinleştirmek mümkün olmuyordu. Bağırıp çağırmaya ve elini, kolunu ısırmaya başladığında çocuğun kendine zarar vermemesi için bazen evine göndermek durumunda kalıyorduk.
Geçenlerde stajyer öğretmenleri odama çağırdım, onlara bazı tavsiyelerde bulunuyordum. O sırada çok sayıp sevdiğim ve okulumuzun en eski edebiyat öğretmenlerinden biri olan Ahmet Bey yanıma geldi. Yüzünden moralinin çok bozuk olduğu anlaşılıyordu. Toplantıya kısa bir ara verdim. Ahmet Hoca masamın üzerine bir sınav kâğıdı koydu ve bana “Müdür Bey şu çocuğun en son yaptığım sınavda cevap kâğıdına ne yazdığını lütfen okur musunuz?” dedi.
Yüksek sesle okumaya başladım. Öğretmenin sorusu şöyleydi: “Mesnevi nedir? Türk edebiyatındaki ilk mesnevi örneğini belirtiniz.” Çocuk cevabı şöyle yazmış: Mesnevi aa, bb, cc, dd şeklinde kafiye formülleridir. Belki benim sözlerime inanmayacaksınız ama bir kedi bile, ön patisiyle bilgisayar klavyesinin bütün tuşlarına sürekli rastgele bassa, bir zaman sonra Türk edebiyatının ilk mesnevi örneği ‘Kutadgu Bilik’ isimli eseri aynısıyla yazabilir.”
“Ahmet Bey evet çocuğun cevabı çok saçma, formüller falan, sanki bir matematik sorusuna cevap vermiş gibi gözüküyor. Benden yapmamı istediğiniz nedir?” diye sordum.
“Müdür Bey, Kutadgu Bilik doğru ama bu koca eserin, bir kedinin patisiyle bilgisayar klavyesi tuşlarına rastgele basarak, yazılabileceğini ifade etmesi akıl alacak şey değil. Anlaşılan çocuk benimle dalga geçiyor ya da ne yazdığının farkında değil. Haydi, bunu hoş görelim, zaten kıyamadım, o soruya Kutadgu Bilik isimli eserin adını yazdığı için yüz üzerinden elli puan verdim. Bilirsiniz cevap kâğıtlarını, okuduktan sonra sınıfta öğrencilere yaptıkları hataları görmeleri için geri dağıtırım, bu sınavda da öyle yaptım. Ancak bu çocuk verdiği cevabın doğru olduğu ve tam not alması gerektiği konusunda inat etti! Hem de öyle bir tepki gösterdi ki, bağırdı, çağırdı, hakaretler etti, neredeyse beni dövecekti, diğer öğrencilerle birlikte zar zor sakinleştirdik. Bu tip davranışlar lise öğrencilerine yakışmaz. Bu iş böyle yürümez! Bu çocuğu bir an önce Rehberlik Araştırma Merkezine göndermemiz lazım.” dedi.
Konuşmamıza kulak misafiri olan Sidal öğretmen oturduğu yerden kalkıp yanımıza geldi ve “Çocuğun cevap kâğıdını görebilir miyim? dedi. Ahmet Bey “Buyurun Hocam” diye kâğıdı uzattı. Sidal öğretmen cevabı okuduktan sonra kendi kendine konuşurmuşçasına fısıltıyla “Şüphelerimde haklıymışım. Bu çocuk bir dahi olmalı” dedi.
Ahmet Bey ile göz göze geldik. Sidal öğretmenin mırıldanarak söylediklerine çok şaşırmıştık. Sidal öğretmen sessizce yanımızdan ayrılarak toplantı masasındaki yerine geçti. Ahmet Bey’i, konuyla ilgileneceğimi söyleyerek uğurladım. Stajyer öğretmenlerle toplantıma kaldığı yerden devam ettim.
Birinci dönem sonuna geldiğimizde o çocuğun karne notları, matematik hariç diğer derslerden zayıftı. Matematikte ise son iki sınavdan tam not almış ve not ortalamasını yükseltmişti. Okulumuzun başarı seviyesi maalesef pekiyi sayılmaz. Yönetici ve öğretmenlerin bütün gayretlerine rağmen, merkezi yapılan sınavların başarı sıralamasında genelde sonlarda yer alıyorduk. Okulumuzun başarısını yükseltmek için öğrencileri daha fazla çalışmaya teşvik etmek üzere birçok etkinlik yapmaya çalışıyoruz. İkinci dönem başında bakanlığın il müdürlüğünden Ulusal Bilim Olimpiyatları ile ilgili bir yazı geldi. Öğrencilerimizin genel başarı düzeyini düşününce bu tip yarışmalara katılmanın faydası olacağına inanmasam da zümre başkanlarının ısrarla katılma taleplerini geri çevirmedim. Zümre başkanları olimpiyatların birinci aşama sınavlarına katılmak üzere matematik, fizik, kimya ve biyoloji dallarının her birinden on beş öğrenci ismi seçerek idareye verdiler. Bu faaliyete katılmanın bir maliyeti var. İlk aşama sınavları için Okul Aile Birliğinden para istedik. Sağ olsunlar, bizi kırmayıp verdiler. Müdür yardımcısı internet üzerinden çocukların tek tek sınav giriş başvurularını yapmaya başladı. O esnada Sidal öğretmen üzüntülü bir yüz ifadesiyle odama geldi ve “Müdür Bey sizin desteğinize ihtiyacım var” dedi.
“Hayrola!” dedim.
“Müdür Bey Zümre başkanıma Mustafa’nın adının listeye yazdırılmasını kabul ettiremedim. Lütfen bana yardımcı olur musunuz?” dedi.
“Anlamadım! Hangi Mustafa? Ne listesi? Biraz daha açık konuşun!”
“Ulusal Bilim Olimpiyatlarını kazanmak istiyor musunuz?”
“Elbette, kim istemez ki? Ancak bizim öğrencilerin bu sınavda başarılı olabileceklerinden pek ümitli değilim.”
“Abaküs Mustafa o sınavı başarır. İnanın bana o çocuk bunu yapar. Ne yazık ki zümre başkanım ve diğer matematik öğretmenleri buna inanmıyor!”
“Abaküs Mustafa mı? Hani şu öğretmenlerin yaka silktiği, arkadaşlarıyla bile geçinemeyen çocuğu mu kastediyorsun?”
“Evet, o çocuk matematikte çok başarılı.”
“Başarılı mı? Bu düşüncenizi neye dayandırıyorsunuz? Bütün derslerden notları zayıf. Sizden önce matematik dersi de zayıftı. Üstelik çok hırçın bir çocuk.”
“Müdür Bey bu çocuğun sorunu anlaşılamamak. Öğretmenleri ve arkadaşları onu anlamadığı için hırçın davranıyor. Benim gözlemim bu çocuğun matematikte çok başarılı olacağı yönünde.”
“Buna ilişkin bir kanıtınız var mı? Zümrenizdeki tecrübeli matematik öğretmenleri sizin bu gözleminize katılıyor mu?”
“Maalesef hayır. Çünkü onu dinlemiyorlar!”
“Sizin yaptığınız bir iki sınavdan yüksek not alması onun başarılı bir çocuk olduğunu göstermez Hoca Hanım. Başarı öyle hemen elde edilseydi, herkes erişirdi. Bu çocuk sürekli kafa sallıyor, çeşitli sayıları sayıklıyor, merdiven basamaklarını sayıyor. Okulun mükemmelliği bozulmuş gibi abuk sabuk laflar ediyor. Bu çocuk Ulusal Bilim Olimpiyatlarında okulumuzu nasıl temsil edecek? Zaten ilk aşama sınavını bile kazanamaz; sınav için harcayacağımız paraya yazık.”
“Müdür Bey Mustafa’nın sayıkladığını söylediğiniz o sayıların matematikte önemli bir yeri var.”
“Neymiş o?”
“Mükemmel sayılar”
“Mükemmel sayılar mı? Sayı sayıdır; mükemmeli, kötüsü olur mu?”
“Müdür Bey ‘mükemmel sayılar’[1] bir tanım, üstelik matematikte çok işe yarar. Sayılar büyüdükçe mükemmel sayıları bulmak zordur. Mustafa bu sayıları zihninden bulabiliyor. Arkadaşları ona bu yüzden abaküs diyor. Mesela okuldaki merdivenlerin toplam basamak sayısı 496. Bu bir mükemmel sayı. Mustafa da sık sık bunu tekrarlıyor.”
“Durun bir dakika! Siz de mi okuldaki basamakları saydınız?”
“Evet, o çocuğun ne dediğini anlamak için saydım.”
“Hııım! Peki, o çocuk, neden bazen okulun mükemmelliği bozuldu diyerek hırçınlaşıyor? Merdivenlerimizin sayısı mı değişiyor?”
“Müdür Bey bunun cevabı bence daha ilginç.
“İlginç mi? Çocuğun hırçınlaşmasını ilginç mi buluyorsun?”
“Geçen hafta sabahleyin öğrenciler sınıf sınıf sıraya girdiğinde her sınıfın mevcudunu tek tek saydım.”
“Saymanıza gerek yoktu, sorsaydınız müdür yardımcıları size mevcutları söylerdi. İlginç ne buldunuz?”
“On iki ve on birinci sınıfların toplam mevcuduyla, onuncu ve dokuzuncu sınıfların toplam mevcudu birbirine eşit yani 236’şar kişi[2]. Bu matematikte ‘ilginç eşitlikler’ dediğimiz sayılardan. Okulumuzun toplam öğrenci mevcudu 472. Bunlardan 24 öğrenci il dışından geldiği için bir yurtta yatılı kalıyor.”
“Hocam bütün bunların çocuğun hırçınlaşması ile ne ilgisi var?”
“Ben Mustafa’nın okulun mükemmelliği bozuldu demesinin nedenini bulmaya çalışıyorum. 472 ve 24 sayısını toplarsanız 496 mükemmel sayısını elde ederiz. Mustafa’yı gözlemlediğimde şunu buldum: Eğer o gün sınıf mevcutlarında bir değişiklik olduysa yani bir veya daha fazla öğrenci okula gelmediyse, mükemmel sayıya ulaşılamıyor, bu durumda Mustafa bize okulun mükemmelliği bozuldu şeklinde bilgi veriyor. Onu anlayamadığımız içinde hırçınlaşıyor. Bu sayının bozulmadığı yani tüm öğrencilerin okula geldiği haftalarda herhangi bir reaksiyon göstermiyor.”
“Hocam pes vallahi! Bütün bu sayı oyunlarına ve matematik yoluyla o çocuğun bize mesaj verdiğine inanmamı mı istiyorsunuz? Çok fazla yabancı dizi izliyorsunuz herhalde! Bu sayı oyunlarınıza diğer meslektaşlarınız ne diyor? Size katılıyorlar mı? Böyle saçma şeylerle benim zamanımı almayın! Bence o çocuk doğru dürüst aritmetik işlemlerini bile yapamaz.”
“Hayır müdür Bey, o çocuk matematikte çok iyi. Bakın geçenlerde edebiyat sınavında cevap kâğıdına yazdıklarını hatırlıyor musunuz? Hani Ahmet Hoca size getirip yakınmıştı. O çocuğun verdiği cevap aslında doğruydu. Kâğıda ‘Mesnevi: aa, bb, cc, dd şeklinde kafiye formülleridir,’ yazmıştı. Sözlüğe açıp bakalım mesnevinin tanımını şöyle verir: ‘Mesnevi "ikişer, ikişerli" demektir. Edebiyat terimi olarak anlamı ise, her beyiti kendi arasında kafiyeli iki beyitten binlercesine uzanan bir nazım şeklidir, aa, bb, cc, dd vs. şeklinde kafiyelenir.’
“Diyelim ki söylediğiniz doğru, peki, ‘Bir kedi ‘Kutadgu Bilik’i yazabilir’ demesine ne cevap vereceksiniz.”
“Bu bir olasılık hesabı Müdür Bey. Hem de oldukça ilginç bir olasılık hesabı.”
“Hocam siz aklınızı mı kaçırdınız? Çocuğun doğru söylediğinde ısrar ediyorsunuz yani!”
“Elbette. İşte matematiksel çözümün cevabı bu kâğıtta yazılı[3]. Bunu ancak iyi matematikçiler ve olasılık hesabı üzerine çalışanlar bilir. Çocuk edebiyat öğretmeninin sorusunu “Kutadgu Bilik’i” yazarak doğru yanıtlarken aynı zamanda matematik bilgisini yansıtacak şekilde, bütün olasılık hesaplarını zihninden yapıp ilginç ve zekice bir cevap vermiş. Bu onun matematiğe yönelik yeteneğinin müthiş olduğunu gösterir. Haksız mıyım?”
“Olasılık hesaplarının nasıl çözüldüğünü ben bilemem. Matematik öğretmeni olan sizsiniz. Bu kâğıtta kendi yaptığınız çözüm var. Doğru olabilir, olmayabilir de! Ancak o çocuğun bu çözümü yaptığını kanıtlamaz. Bu olasılık hesabını yapmış olmanıza rağmen siz insanlara veya öğrencilerinize bir kedi rastgele tuşlara basarak şu veya bu eseri yazabilir diyor musunuz?”
“Hayır, Müdür Bey ama bu ayrı bir konu.”
“Bence çocuk sağdan soldan duyduğu şeyleri alakasız yerlerde tekrarlıyor. Onun sözlerinden bu tür anlamlar çıkarmanız çok saçma. Nedenini bilemiyorum ama siz bu çocuğa yanlış meziyetler konduruyorsunuz.”
“Lütfen Müdür Bey bu çocuğun Ulusal Bilim Olimpiyatlarında okulumuzu temsil etmesine yardımcı olalım. Mustafa sosyal ve duygusal anlamda hassas ve iletişim yeteneği zayıf biri. Aslında zayıf yerine farklı demek daha doğru. O çevresiyle matematik yoluyla iletişim kurmaya çalışıyor ama etrafındakiler onu anlayamıyor. Bu düşüncemde yanılıyor olsam bile, o çocuğun sınava girmesinin kime ne zararı var ki? Diğer öğrencilerimizin Ulusal Bilim Olimpiyatlarının ilk aşama sınavında başarılı olacakları konusunda şüphelerinizin bulunduğunu siz söylemiştiniz. Bu çocuğu da diğerleri gibi başarısız olacaklardan farz edin. Konu para ise sınav başvuru harcını ben verebilirim. Mustafa’nın matematiğe olan ilgisini başarıya dönüştürme imkânı vermemiz lazım. Üstelik sınavdan iyi not alırsa okulumuzun itibarına da katkısı olmaz mı?”
Koltuk komşumun anlattıklarının dikkatimi çektiğini belirtmek için “Hımmm, hikâyeniz ilginç olmaya başladı. O çocuk bilim olimpiyatlarına katıldı mı peki?” diye sordum.
Adam gözlerimin içine dik dik baktı. “Süratle sonucu öğrenmek istediğinize göre detayları sevmiyorsunuz herhalde!” dedi.
“Hayır, hayır. Meraklandığım için sözünüzü kestim, siz benim kusuruma bakmayın lütfen, lütfen anlatmaya devam edin!” dedim.
Adam bir süre konuşmadı, dışarıyı seyre devam etti. Sonra sanki anlatmaya başladığı hikâyeyi istemeden bitiriyormuşçasına “Öğretmenin şevkini kırmamak için isteğini kabul ettim. Ondan sonraki olayları çok kısaca özetliyeyim,” dedi.
“Seçtiğimiz öğrenciler iki hafta sonra ilk aşama sınavına alındılar. Mustafa matematik sınav sorularının tamamını doğru çözdü ve yaz okuluna davet edildi. Onun dışında okulumuzdan hiçbir öğrenci ilk aşama sınavını geçemedi. Ardından, Mustafa ikinci aşama sınavından da tam not alınca, ülkemizi temsil etmek üzere Arjantin’deki dünya matematik olimpiyatlarına gönderildi.” dedikten sonra adam tekrar sessizliğe büründü.
Araya girip sözünü kestiğim için kendime kızdım. Anlatma şevkini kırmış olmalıyım ki, adam detayları atlayıp hemen sonucu söyledi. Hatamı telafi etmek için “Tebrik ederim, harika bir şey yapmışsınız; öğrencinizin başarılarından gurur duymamak mümkün değil. Lütfen detayları da öğrenmek istiyorum,” dedim. Umursamadı.
Bu kez “Peki, dünya olimpiyatlarında ne oldu, dereceye girebildi mi? “diye sordum.
Adam gözlerini elimde tuttuğum dergiye yöneltti. “Şu derginin yirmi sekizinci sayfasını açıp okuyun lütfen!” dedi.
Konuştuklarımızın elimde tuttuğum dergiyle ne ilgisi olabilirdi ki? Biraz şaşkın, sayfaları çevirdim. Adamın söylediği sayfanın en üstüne kocaman harflerle “Dünya Matematik Olimpiyatları Birincisi Abaküs Mustafa’nın Zaferi” şeklinde başlık atılmıştı. Yazıyı süratle okudum. Beş sayfa boyunca, deminden beri, adamın bana anlattıkları yazılıydı. Yazının son paragrafını şöyle bitirmişlerdi:
“Yarışma sona erdiğinde salonda bulunan izleyicilerin coşkusunu görmeliydiniz. Alkış tufanını çığlıklar izledi. Herkes ‘Bravo Mustafa, estupendo, genio turco[4]’ diye bağırıyor, sandalyesinden ayağa fırlayanlar Abaküs Mustafa’yı görmeye, kollarını her iki yana sallayarak ona sevgilerini iletmeye çabalıyordu.
Abaküs Mustafa, yüzünde yumuşacık bir gülümsemeyle, kendisini çılgınca alkışlayan insanları seyrederken, etrafındakilere ‘Bakın burada altı jüri üyesi, yirmi sekiz ülkeden dört yüz doksan altı yarışmacı ve salonda sekiz bin yüz yirmi sekiz izleyici var; bu sayılar gerçekten mükemmel’ diye sesleniyordu.
İzleyici sıralarının en önünde oturan Mustafa’nın annesi, yanındaki Sidal Öğretmenle sarmaş dolaş olmuş, kendisine uzatılan mikrofonlara ‘Oğlumun normal olduğunu söylediğimde yıllarca bana inanmadılar, hatta diğer çocuklardan farklı olduğu için onunla alay ettiler, zekâ özürlü dediler, oysa ben onun bir gün büyük başarılara imza atacağına inanıyordum’ derken sevinç gözyaşlarını kuruluyordu. Abaküs Mustafa hepimizin gururuydu.”
[1] Mükemmel Sayılar: Bu sayıların yetenekleri sadece bölenlerin toplamına eşit olmasıyla sınırlı değildir. Mükemmel sayılar daima birbirini izleyen bir dizi sayma sayısının toplamına eşittir. Mesela 6, 28, 496, 8128.
[2] Sırasıyla mevcutlar: (on birinci ve on ikinci sınıflar) 34+35+36+37+38+39+40= 26+27+28+29++30+31+32+33 (dokuzuncu ve onuncu ve sınıflar)
[3] Diyelim ‘Kutadgu Bilik’ isimli eseri bilgisayarda yazmak için klavyedeki yüz adet tuşu kullanalım ve on milyon kere tuşlara basmış olalım. Bir kedinin basacağı ilk on milyon tuş sonunda ‘Kutadgu Bilik’i yazma olasılığı oldukça düşük çıkar. Olma olasılığını formülüyle verirsek (1/ Çok düşük bir rakam elde ederiz. Olmama olasılığı ise 1-(1/ dir. Bu olasılığa a diyelim. a=1-(1/ . Şimdi ilk on milyon tuşun ‘Kutadgu Bilik’i olmama olasılığı a. İkinci on milyon tuşun ‘Kutadgu Bilik’i olmama olasılığı da a. Yani iki kez on milyon kere tuşlara bastık, olmama olasılığı . Tuşlara milyonlarca kez basmaya devam edersek ‘Kutadgu Bilik’ olmama olasılığı Bunu şeklinde gösterebiliriz. Bu da sıfırdır. Olma olasılığı (1-olmama olasılığı) dersek sonuç 1 çıkar. Kedinin patisiyle tuşlara basarak ‘Kutadgu Bilik’i yazma olasılığı 1, yani yüzde 100’dür.
[4] Bravo Mustafa, estupendo, genio turco: Bravo Mustafa, müthiş, dahi Türk
Comentarios