top of page

Edebiyat Aşkı


Benim edebiyat aşkım çocuklukta başladı. Sanırım o zamanlar böbürlenmek ve bildiklerimi etrafıma göstermek için okurdum. Şimdi içimde bu duygu yok. Kendime bilge olabilmek, olgunluğun tadını çıkartabilmek için okuyorum.

Sizler okuduklarınızdan nasıl etkileniyorsunuz bilemem ama kitapların sayfalarından yükselen dilsiz sesler, beni kendi düşüncelerimi aktarmaya kışkırtıyor. Okurken bir sürü notlar alıyorum, satırların altını çiziyorum. İşte o anlarda bir yandan da yazmak için sabırsızlanıyorum.

Benim için yazmak, okuduklarımdan hissettiklerimi, düşüncelerimi tetikleyenleri ve yaşadıklarımı yine kendime anlatmaktır. Okuyup yazdıkça, mesela, temel değerlerin bilincine çoğu kez iş işten geçilince varıldığını; gençliğin ve sağlığın önemini onu yitirdikten sonra, ruhumuzun en değerli özü olan özgürlüğün değerinin ise ancak bu özgürlük elimizden alındığında fark edildiğini daha iyi görüyorum.

Kâğıda döktüklerimin insanlık için çok önemli şeyler olduğunu düşünmüyorum. Zaten çoğu herkesin bildiği konular. Yazmamın nedeni, belki de yaşam gözümün önünden olayları sürüklerken, çoğu kez başkaları için önemsiz görünenleri, kendi karakterim ve hayata bakış açım nedeniyle önemli sayıyor olmam. Kalemimle doldurduğum her sayfa, aslında, okurken ruhumun derinliklerine işleyen en az birkaç yüz sayfanın yansıması.

Okurken akıl ve düşünce içeren bilimin kullanıldığı kitapları seçerim, inançlardan ve dogmalardan nefret ederim. Kitap bana esin kaynağı olsun isterim. Beni esir almasın, tek doğru budur demesin! Tarih mesela bana cazip gelen bir alan, tarihin derinliklerinde yakaladığım olaylar beni müthiş cezbeder.

Her okuyucu gibi bazı yazarları diğerlerinden daha çok severim. Mesela insan ruhunun derinliğini anlamak mı istiyorum? Stefan Zweig okurum. Medyanın överek göklere çıkardığı “Satranç ve Amok Koşucusu” gerçekten güzel kitaplar ama usta yazar Zweig’ın okumaktan büyük keyif aldığım “Dünün Dünyası, Geleceğe Güven, Değişim Rüzgârı, Ruh Yoluyla Tedavi, Yakıcı Sır, Hayatın Mucizeleri, Rahel Tanrıyla Hesaplaşıyor, Korku, Karmaşık Duygular, Amerigo, Ay Işığı Sokağı, Yıldızın Parladığı Tarihsel Anlar, Kızıl” gibi dilimize çevrilmiş onlarca nefis kitabı daha var.

Otoriter liderleri ve onların esir aldıkları halkları anlamak mı istiyorsunuz, Jose Saramago ve Gabriel Garcia Marquez benim favori yazarlarım. Jose Saramago’nun “Körlük” adlı romanını çoğu kişi duymuştur; bolca reklamını yaparlar, Peki ya “Görmek, Bütün İsimler, Yitik Adanın Öyküsü, Ölümlü Nesneler, Kopyalanmış Adam, Ölüm Bir Varmış Bir Yokmuş, Filin Yolculuğu, Mağara.” Bunlar büyük usta Aziz Nesin’in kitapları ile büyümüş ve benim gibi alegori seven okuyucuların ellerinden düşüremeyecekleri müthiş romanlar. Gabriel Garcia Marquez’ün “Yüzyıllık Yalnızlık” romanını bitirmede sizler de benim gibi zorlandıysanız, “Başkan Babamızın Sonbaharı” veya “Bir Kayıp Denizci” romanlarını okumanızı salık verebilirim.

Akademik tarih kitaplarını kuru kuruya okurken insan sıkılabilir, normaldir. Lakin romanlar farklıdır. Mesela, Kemal Tahir’in Osmanlının kuruluş dönemini anlatan “Devlet Ana” romanını veya Osmanlının yıkılış dönemini gözler önüne seren İlhan Selçuk’un “Yüzbaşı Selahattin’in Romanı,” Falih Rıfkı Atay’ın “Zeytin Dağı” romanını; Türkiye Cumhuriyetinin kuruluş dinamiklerini bize gün ışığı gibi gösterecek şekilde anlatan Turgut Özakman’ın “Diriliş, Şu Çılgın Türkler ve Cumhuriyet” romanlarını veya Nazım Hikmet’in o muhteşem ‘Kuvayı Milliye Destanı’nı okurken insanın sıkılması mümkün müdür?

Ya dildeki üslup, bir yazar için en önemli faktör bu değil midir? Okuyucuya elindeki romanın sayfalarını nefes almadan çevirten dil ve üslup ustası Yaşar Kemal’in ‘İnce Memed’ini, en azından son üçlemesi ‘Karıncanın Su İçtiği, Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana, Çıplak Deniz Çıplak Ada’yı okumamışa roman okuru denir mi?

İktidara gelmek ve seçildiği koltuğa oturduğunda gücünü korumak için otoriter liderlerin yapamayacağı hiçbir kötülük bulunmadığı söylenir. Niccolo Machiavelli’nin “Prens” isimli kitabında, iktidar sahiplerinin acımasızlığının sınırsızlığı ve yalan söylemenin nasıl meşrulaştırılacağı müthiş bir gerçeklikle gözler önüne serilir.

Her roman herkese aynı tadı vermez, insan bazen en çok tavsiye edilen, olmazsa olmaz denilen romanları okurken zorlanır. Mesela edebiyat çevrelerinin baş tacı ettikleri James Joyce’un “Ulysses” veya Oğuz Atay’ın “Tutunamayanlar” romanlarına kaç kez başladıysam da sonunu getiremedim. Kısmet olursa bu yaz bitirip, o yazarların zihinsel derinliklerinde kulaç atmaya niyetliyim.

Kulaç deyince çağrıştırdı, denizi seviyorsanız en azından yabancı yazarlardan Jack London ve Joseph Conrad’ın, yerlilerden Halikarnas Balıkçısı ismiyle bilinen Cevat Şakir Kabaağaçlı’nın ve Zeyyat Selimoğlu’nun kitaplarını okumuşsunuzdur. Yaman Koray’ı unutma dediğinizi de duyuyorum. ‘Ne Cennet Şey Şu Deniz, Büyük Orfoz, Bir Ömür Yetmez’ deniz temalı harika kitaplardır.

Elbette insanın gelişimine büyük katkıları olan romanlar saymakla bitmez, onları tanıtmaya sayfalar yetmez. Esas olan, okuduklarımızın, şu yaz sıcaklarında bizleri edebiyat denizinin sakin ve serinletici rüzgârlarıyla zihinsel dünyamızın enginliklerine sürükleyecek kitaplar olması değil midir?

 
 
 

Comments


bottom of page