top of page

Gerçek


Ülkemizde olup bitenleri izlerken, olayların bana hissettirdikleri üzerinde durup düşününce, topluma anlatılan masallar ile kendi aklım arasında sıkışıp kalıyorum. Askeri operasyonlar, ateşkesler, mutabakatlar, icraatlar, açıklamalar, verilen kararlar. Her gün duyduğunuz şeyler işte. Sonuç zafer mi hezimet mi? Muhalefeti ayrı, iktidarı ayrı konuşuyor. Endişelenmeyin lütfen! Hiç birinin teknik detaylarıyla canınızı sıkacak değilim.

Sadece aklımda asılı duran şu soruyu dillendireceğim: Söylenenlerin ne kadarı doğru?

Kimileri, doğrular kimin umurunda! Gerçekçi ol, gerçekçi! diyebilir.

Peki gerçekçi olmak nedir?

Bazılarına göre cevap çok basittir. Çoğunluk ne diyorsa odur! Güçlü nasıl istiyorsa gerçek oradadır. Bu onun ille de en iyisi ya da en mantıklısı olduğu anlamına gelmez.

Bir de yalanlar var tabii. Aynı Corlo Collodi’nin “Pinokyo” hikâyesinden esinlenip, küçük çocuklara kullandığımız “Yalan söylersen senin de burnun Pinokyo’nun ki gibi uzar,” cümlesindekine benzer. Ve çocuklar, yalan söylediklerinde burnunun uzamadığı gerçeği ile karşılaşınca, yetişkinlerin kendisine yalan söylediğini kavramış olur. Bu kavrayış aslında, yalanın, çocuğun ve toplumun bilincinde meşrulaşması değil midir? Yalan söyleme derken bile bir şekilde yalan söylenmektedir!

Gerçek şu ki, yalanlar yaşamımızda hep vardır; doğrular mı? ara ki bulasın, hep bir yerlere saklanır. Doğrular gizlidir, gizemlidir, açıklanması tehlikelidir. Arayıp bulmak, neyse o doğrunun detaylarını araştırmak için yeterli zamanı yaratmak da çoğu kez zordur. İşin mi yok! bırak başkası gerçeğin peşinden koşsun! denir.

Üstelik büyük yalanlara inanmak, küçük yalanlara inanmaktan daha kolay ve yaygındır; bunu bilen politikacılar bol bol nutuk atıp düşman yaratır, inandırıcılıklarını artırmak için esip kükrerler. Bazı insanlar siyasetçilerin verdikleri kararları çılgınca alkışlarken bir kısım insanlar da bir anda ülkelerinin dört bir yandan düşmanla çevrilmiş olmasına anlam veremez! Seçilmiş ülkelerin düşman haline getirilmesi, onlarla derhal savaşa girilmesini ya da gerçekten savaşılıyor olmasını da gerektirmez. Gerekli olan şey, hiyerarşik bir toplumun istediği zihinsel ortamın korunmasına destek sağlayacak bir savaş halinin, toplumda histerik ortamın var olmasıdır. Savaş tehdidi, yani tehlike altında yaşıyor olmanın ürküntüsü, iktidarı elinde tutanların hünerli ellerinde, demokrasi dışı uygulamaları psikolojik bakımdan kolaylaştıran mükemmel bir araçtır. Siyaset dünyasının ustaları, savaşların aynı zamanda iktidarların iç sorunlarını çözmede bir araç olduğunu iyi bilir.

İçimdeki ses bana ne hissediyorsan onu yaz, diyor. Kolay mı bu? Hiç değil! Hele bizim gibi olup bitenlerin ardındakileri görmemeye odaklanmış insanların yaşadığı bir ülkede. Yanlış bir şey yapmadıklarına kendilerini ikna etmiş, uysal, sürekli başkalarının aklıyla düşünen, sadece o ne dedi? Bu ne dedi? için kulak kabartan, gerçekte ise düşünmeyen insanların ortasında.

Uzaktan Derdin ne be adam? diye haykıranları duyuyorum.

Derdim şu: Kendimizi görmemiz için ne gerekiyor?

Medya yoluyla toplumsal yaşamı saran atmosferi zehirliyorlar. Umurumuzda mı? Değil! Üstelik işler karmaşıklaştıkça, güvenlik riski artıkça, siyasi ve ekonomik baskılarla birlikte, sanki toplum daha fazla içine kapanıyor. Olaylar, yüzümüzü yalayan güverte yeli gibi toplumsal hafızada iz bırakmadan geçip gidiyor. Anayasamızın değiştirilemez hükümlerinden demokratik, laik ve sosyal hukuk devleti ilkeleri, Atatürkçülük milliyetçiliği, kazanılmış mevziler, ulusal çıkarlar birer birer buharlaşıyor; siyasi hırslar, hayali ihtiraslar uğruna şehitler veriliyor.

Peki, bunların bedelini kim ödeyecek?

Kendimiz, çocuklarımız, eşimiz, dostumuz, maalesef tüm toplum. Fatura zaten her gün kesiliyor.

Çaresi nedir?

Belki de çok basit. Başkalarının aklıyla düşünmek yerine kendi iç sesine kulak vermektir. Bu ülkeye vatandaşlık bağıyla bağlı her bireyin, birazda dağın arkasını, her işin ötesini, berisini, sonrasını görmesidir.

Boşuna dememişler, kaderimiz hak ettiğimizdir.

 
 
 

Comments


bottom of page