"Taş da yumurtanın üzerine düşse, yumurta da taşın üzerine düşse olan yine yumurtaya olur" Rum Atasözü
Bodrum’un Turgutreis beldesinden denize doğru baktığınızda iki küçük adacık görürsünüz. Çoğu kimse adlarını bile bilmez! Yunanlıların Imia, Türklerin ise Kardak dedikleri, üzerinde birkaç yaban hayvanın yaşadığı, deniz kuşlarının dinlendiği, pırıl pırıl sularında balıkların hayat bulduğu ufacık adacıklardır onlar. Kimse farkında olmasa da tıpkı yüzlerce benzerleri gibi dururlar kıyılarımızın karşısında. Onlarca gemi karaya oturmuştur bu adacıklarda. “Gemiciler rotayı karıştırmış(!) Deniz kazası der!” geçeriz duyduğumuzda. Aynı 1995 yılı sonunda Figen Akat isimli geminin karaya oturduğunun ertesi günü söylediğimiz gibi. Basit bir deniz kazası!!! Oysa bu basit deniz kazası; olaydan otuz beş gün sonra Türkiye ve Yunanistan’ı bir harbin eşiğine kadar getirebilmişti.
İki komşu ülkeyi kısa sürede bir harbin eşiğine getiren bu ve benzeri krizlerde Türk ve Yunan halkına anlatılanlar doğru muydu? Ufacık bir kaya parçası için savaşa kalkışmak, Avrupa’da Viyana kapılarına kadar ilerleyen Türklerin bugün Anadolu’nun dibindeki adaları bile elde tutamamış olmasının bir tepkisi miydi? Ege Denizinde Türkler, Gökçeada ve Bozcaada dışında üstünde yaşam olan tüm kara parçalarını kaybetmiş midir? Osmanlı İmparatorluğunun çökmesi sonucu Anadolu’nun içlerinde Sivrihisar’a kadar gelen, ancak Mustafa Kemal’in askerleri tarafından İzmir’de gerisin geriye denize dökülen Yunanlılar, şimdi Anadolu sahilinin dibindeki Türk adasını elimizden mi alacaktı? ‘Megali İdea-Büyük Yunanistan Hayali’ ufacık bir kaya parçası üzerinden yeniden mi canlanmıştı? Yoksa iç siyaset dinamiklerinin her iki ülkede de aynı zamanda kamuoyu dikkatlerini başka tarafa çekme gayretleri mi krizi bu denli tırmandırmıştı?
Bu soruların cevaplarını insanlar tarihe olan ilgileri ve bakış açılarına göre verirler. Doğal olanı da budur. Bize resmî tarih kitaplarında öğretilenlere göre Türkiye Cumhuriyeti; Ege’yi dostluk ve barış denizi haline getirecek şekilde, karşılıklı hak ve çıkarlar üzerine bir denge kurulması için Lozan’da tüm haklarından feragat etmiştir. Öylesine feragat etmiştir ki; İkinci Dünya Savaşında, yanlarında savaşa girmemiz karşılığında İngiliz Dışişleri Bakanı Eden’in ağzından Rusya lideri Stalin; “Ege’de Oniki Adalar, Bulgaristan’ın güneyi ve Suriye’nin kuzeyinde bir kısım topraklar Türkiye’ye verilmelidir.” dediğinde bile, bu teklifler; Yunan mitolojisinde Homeros’un Odysseia’sında anlatılan gövdesi kuş, başı güzel bir kadını andıran ve sirenler diye adlandırılan perilerin lir ve flüt eşliğinde denizcilere şarkı söylemesine benzetilmişti. Denizciler perilerin söylediği şarkılardan büyülenerek denize düşer ve perilerde o denizcileri midelerine indirir! Milli Şef İnönü; şarkıların tuzağına düşmemek için, ‘Odysseus’un yaptığı gibi yol arkadaşlarının kulaklarını tıkayıp, kendisini de gemi direğine bağlayarak,’ bu teklifleri, “Türkiye’nin hiç kimseden ne bir hak, ne toprak alacağı, ne de hiç kimseye, bir hak ve bir toprak borcu vardır.” sözleriyle geri çevirebilmişti.
Üstelik o dönemde Türkiye; bir yandan harbin getirdiği yokluk ve kıtlıkla uğraşırken, diğer yandan Alman işgal altında inleyen Yunanistan’a bu adaların harbin sonunda verilebileceğini göre göre, hem o adalarda hem de Yunanistan ana kıtasında yaşayan Yunan halkına gemilerle binlerce ton gıda yardımı yapmıştır. Türkiye’nin bu tutumu, Yunanistan’da uygulanan Türk düşmanlığı ve Türklerin Yunan topraklarını zorla ele geçirdiği temalarını işlemelerine engel olamamıştır. Diğer taraftan bu yardımları götüren ve Yunanlıların ‘Umudumuz Kurtuluş’ dedikleri, Marmara Denizinin derin sularında yatan Kurtuluş gemisinin adı, bugün Türk halkı tarafından bile unutulmuştur!
Ancak her iki toplumun tarih hafızasını oluşturan iki ülke arasındaki siyasî ilişkilerin inişli çıkışlı seyirleri ve olaylar, her iki ülke halkının yaşamlarını derinden etkilemiştir. “Taş da yumurtanın üzerine düşse, yumurta da taşın üzerine düşse, olan yine yumurtaya olur.” diye söylenen Rum atasözündeki gibi Türk’ü de, Yunanlısı da her olayın sonunda cezayı günahsızlara ödetmiştir.
Bu kitapta; İzmir’de doğan Rum kızı Nara’nın seksen yıllık yaşam öyküsü içinde İzmir’in Yunanlılar tarafından işgali, İzmir’in kurtuluşu, İzmir yangını, Rumların Yunanistan’a kaçışı ve Mübadele, İkinci Dünya Savaşında Yunanistan’da yaşanan ‘Büyük Açlık’, o dönemde Türkiye’nin Kurtuluş gemisiyle Yunanistan’a yaptığı gıda yardımları, Türklerin ve Yunanlıların iki büyük dünya savaşı sırasında çektikleri acılar, her iki toplumun tarih hafızası ve yıllar sonra Türkiye ile Yunanistan’ı bir savaşın eşiğine kadar getiren Kardak Krizi, emekli bir Yunan deniz subayının gözünden anlatılacak şekilde kurgulanarak romanlaştırılmıştır.





Bu kitabın yazarı görevli olarak Ege denizinde onlarca defa Yunan savaş gemileri ile karşı karşıya gelmiştir. Denizde, insanların hayat ve ölümleri arasındaki çizginin, bir bilgisayar tuşuna basmak ya da tetiğin üzerinde duran bir parmağın yarım santim hareket ettirilmesine bağlı olduğunu bilirsiniz. Örneğin, Muavenet gemisi de bir gece yarısı karanlığında böyle vurulmadı mı? Savaş ve barış her ikisi de yapılması ve sürdürülmesi çok güç, bedeli olan şeylerdir. O bedeli ödedikten sonra barışı bozmaya kalkışanları ve toplumun yaşamını sürdürebilmesi için hayati olmayan ya da deneyimsiz liderlerin hırslarıyla başlatılan savaşları tarih affeder mi?
Bu romanda anlatılan Nara gerçekten yaşadı mı? Bu romanın yazarı, Amerika’da ve Avrupa’da görev yaparken onlarca Nara tanıdı. Kimi 1922’de İzmir’den, kimi de 6/7 Eylül 1955’de İstanbul’daki olaylardan sonra canlarını kurtarmak, kendi iradeleri dışında yapılanların bedelini ödememek için yurt dışına kaçmış ya da Mübadele ile sürülmüş kişilerdi. Hepsinin hikâyelerindeki buruk nokta doğdukları topraklara doyamadan yaşamlarını başka ülkelerde sürdürmek zorunda kalmalarıydı. Bu insanların anlattıkları hikâyeler bildiğimizi sandığımız tarihin perde arkasında yaşanan, emperyalistlerin kanla suladığı Ege’nin iki yakasındaki kardeş düşmanlığının hiç bitmeyen hüzünlü öyküleri aslında…
Bana göre yazmak için, romanda olayların geçtiği dönemi ve yerleri çok iyi bilmek veya sadece denizci bir subay olarak yaşanan o hikâyelerin bir yanında görev yapmış olmak yeterli değildi. Bu yüzden belgesel roman titizliğinde olayların perde arkasını inceledim. Anlatılmayanları sorguladım. Yurt dışı görevlerimde tanışıp dost olduğum birçok Yunan subayı ile Ege üzerine sohbetler yaptım. Onların Batı kamuoyuna yönelik İngilizce yazdıkları makaleleri ve tezleri, Yunan akademisyenlerinin kitaplarını okudum. Tarihten ders alınması bilinciyle bilgiyi; topluma mal etmek ve daha fazla kişiye ulaşmasını sağlamak için gerçekçi bir yaratıcılıkla kurgulayarak edebiyatla birleştirmeyi arzu ettim. Bu öyküleri okuyucuya sunmada yalınlık ve akıcılık çok önemliydi benim için. Bu yüzden romanımda adım adım küçük sırlar ve sürprizlerle ilerledim. Zaman zaman roman kahramanlarının yerine kendimizi koyup duygulanmak, gerçekte yaşanmış olayları sorgulamak, yeni bilgilerle okuyucuyu şaşırtmak, kızdırmak, sevindirmek ve düşündürmek istedim. Umarım başarmışımdır.
Ege denizi; masmavi suları, kıyılarındaki şirin köy ve kasabaları, cennet koylarının pırıl pırıl sularında dolaşan yüzlerce teknesiyle hepimizin, ah keşke şimdi orada olsam dediği, kalbinin attığı bir deniz! O denizde yaşanmış olaylar, kaderlerimiz ve hayallerimiz yüzlerce romana sığmaz aslında. Sezen Aksu’nun ‘Kalbim Ege’de kaldı’ şarkısını dinlerken aklıma Ege’de olup ta bitenler kadar olup ta bitemeyenler gelir. Bu nedenle romanımı; Ege’de olup da hala bitemeyenlerin barışı bozmaması için, Atina’yı, Selanik’i, Girit’i, İzmir’i, Çeşme’yi, Kuşadası’nı, Bodrum’u, Marmaris’i kısacası Ege’yi seven, orada yaşayan, gezen, tatil yapan, âşık olan, havasını koklayan, denizine giren, kalbi Ege’de kalmış gençler ve yetişkinler için yazdım.
Tamer Şahin