top of page

Gözümdeki Tuhaflık “මගේ ඇස්වල සාරාචාරය”


Genç adam asistanlar odasındaki masasında oturmuş sabahtan bu yana sınav kâğıtlarını okuyordu. Bir ara başını kaldırıp masaya göz attı, okunacak kâğıtların fazlalığını görünce yüzünü buruşturdu. Geriye doğru yaslanıp hafifçe gerindi. Uzun süre hareketsizlik yüzünden bacakları uyuşmuştu. Oturduğu yerden kalkmadan bir süre bacaklarını salladı. Okuduğu kâğıtlar Bölüm Başkanı Profesörün dersine aitti. Sabah karşılaştıklarında Profesör, günaydın demek yerine yarın bir haftalığına yurtdışı seminere katılacağını, imzasını gerektiren bir iş varsa mesai bitmeden kendisine getirilmesini istemişti. Bu yüzden hepsini okuyup değerlendirmeyi bitirmesi, Profesöre not çizelgesini onaylatması ve akşam mesai bitimine kadar notları sisteme girmesi gerekiyordu. Not çizelgesini bir sonraki hafta onaylattığı takdirde Akademik Takvimin gerisinde kalacak, kesin bir sürü sitem işitecekti. Aslında bugünkü planı kendi tezinin sunum metni üzerinde çalışmaktı. Tezini geçen ay tamamlamış, üniversite yaz tatiline girmeden önce savunmasını yapmak için hemen başvuruda bulunmuş ve tez jürisinden Mayıs ayının ilk pazartesi günü için randevu almıştı.

Asistanlar odası, bölümdeki hocalar tarafından hem toplantı salonu hem de bir nevi kütüphane olarak kullanılıyordu. Ortada upuzun bir masa, etrafında on beş yirmi adet büro tipi kolçaklı sandalye, kapının hemen yanında bir su sebili, pencerenin karşısındaki duvarda kocaman bir televizyon ekranı vardı. Odanın duvarları tavana kadar sürgülü cam kapaklı kitap dolaplarıyla çevriliydi. Rafların neredeyse tamamı bölüm derslerine ilişkin kitaplarla doluydu. Bölümdeki en uzun ve büyük bu odanın güzel yanı üniversitenin yemyeşil çimlerle kaplı bahçesine bakması ve aydınlık oluşuydu. Genç adam diğer asistanların bugün ortalıkta görünmemesinden memnundu. Onla bunla sohbet edip dikkatini dağıtmadan bir an önce şu elindeki kâğıtları bitirmeliydi.

Gözü bir an televizyona takıldı, alt yazıda Uluslararası Yayıncılar Birliğinin yaptığı bir çalışmanın özeti geçiyordu. Uluslararası Yayıncılar Birliği verilerine göre yayın sektörleri arasında Türkiye on birinci sıradaydı. Türkiye İstatistik Kurumu-TÜİK verilerine göre basılı kitap sayısı her geçen gün artıyordu. Elektronik kitap dâhil 2008 yılında 32 bin kitap basılmışken 2014 yılında bu sayı 50 bini aşmıştı. Sola doğru kayan alt yazıda “ yılda sadece altı saat kitap okuyoruz” ifadesini görünce gülümsedi. Ekranda konuşan kadının sesini daha iyi duyabilmek için uzaktan kumandayla televizyonun sesini biraz yükseltti. Spikerin okuduğu habere göre basılı kitap sayısı her yıl giderek artıyor ancak kitap okuma oranı yükselmiyordu. TÜİK verileri, Türk insanının günde televizyon izlemeye ortalama altı saat, internete bağlanmaya üç saat, kitap okumaya ise sadece bir dakika ayırdığını gösteriyordu. İhtiyaç listesinde kitap okumak iki yüz otuz beşinci sıradaydı. Avrupa Birliği ülkelerinde yüzde yirmi bir olan kitap okuma oranı, Türkiye'de sadece on binde bir idi… Sanki millet kutsal kitapların oku emrini, okuma seyret şeklinde yorumlamıştı!

Genç adam, günde bir dakikadan yılda altı saat ha! Haydi, canım benim halimi görseler bu rakamları değiştirirlerdi, diye mırıldandı. Televizyonun sesini kısıp sınav kâğıtlarını okumaya devam etti. Notu kıt biri sayılmazdı. Kâğıtları okurken kendisine sık sık öğrenci olduğunu unutma! diye telkinde bulunuyordu. Sınav kâğıtlarının çoğu maalesef berbattı. Başarı oranı yüzde ellinin altında görünüyordu. Öğrencilerin verdiği cevapları Profesör okusaydı herhalde dayanamaz yırtar atardı, diye içinden geçirdi. Söylene söylene sınav kâğıtlarını okumayı sürdürdü. Saatine baktı öğleden sonra üçü gösteriyordu. Çalışırken öğlen yemeğine gitmeyi bile unutmuştu. Midesinin kazındığını hissetti. Yerdeki çantasından birkaç çubuk kraker çıkartıp yedi. Ha gayret şu son kâğıtları da bitirdim mi bu iş tamam, derken gözleri karardı, elinde tuttuğu kâğıt yere kaydı. Başı ağırlaşmış önüne düşüyordu; dün gece iyi uyuyamamıştı. Okumayı bırakıp derin bir nefes aldı. Kollarını masanın üstüne kıvırdı ve birkaç saniye dinlenmek için başını kollarının üzerine yavaşça bıraktı.

Öğleden sonra güneşi içeriye doğru vuruyordu. Dışarıda harika bir bahar havası vardı. Sandalyesinden kalkıp cama yanaştı. Bir süre dalgın bakışlarla bahçede çimlerin üzerinde oturan öğrencileri seyretti. Kızlı erkekli gençler, kimi çimlerin üzerine uzanmış kitap okuyor, kimileri de grup halinde toplanmışlar neşeyle sohbet ediyorlardı. Geriye dönüp, köşedeki sebilden biraz su içti, sonra kupasına sıcak su koydu, üzerine hazır kahveyi döküp karıştırdı.

Son iki kâğıdı da bitirirse yarım saat içinde not çizelgesini profesöre imzalatmaya götürebilirdi. Masanın altına düşen cevap kâğıdını eğilerek aldı, okumaya çalıştı ancak kâğıdın üzerindeki tüm yazılar sanki birbirinin içine girmişçesine karmakarışık görünüyor, yazı karakterleri anlaşılmıyordu. Bu ne böyle, diye şaşırdı! Sayfanın arkasını çevirdi, “මගේ ඇස්වල සාරාචාරය” yazılar okunmaz bir biçimde devam ediyordu. Dört yaprak arkalı önlü sekiz sayfa çok düzgün bir şekilde ancak daha önce hiç görmediği yazı karakterleriyle doluydu. Tek bir satırını bile anlayamadı. Elleriyle gözlerini ovuşturdu. Kâğıdın üzerinde yazılanlardan, öğrencinin adı ve numarası dışında hiçbir şey okunmuyordu! Lanet olsun! Derslerine çalışmadıkları gibi birde sınavlarda böyle saçma sapan şeyler karalayıp, hocalarını meşgul ediyorlar.

Sonra aklına başka bir şey gelmişçesine duraksadı. Bunca sayfayı doldurduğuna göre bu çocuğun vermek istediği gizli bir mesajı olmasın, kim bu öğrenci acaba diye meraklandı! Hemen masanın yan tarafında bulunan diz üstü bilgisayarından öğrencinin bilgilerine ulaştı. Sabahtan beri kâğıt okumaktan gözleri yorulmuş ekrandaki yazıları bile zor seçiyordu. Ekran görünümünü iyice büyüttü, sonunda öğrencinin bir önceki sınav notunu buldu, A artı almış görünüyordu. İlginç, üstelik başarılı bir öğrenci! diyerek şaşkınlıkla başını kaşıdı. Yarın derse gelince beyimize neden cevap kâğıdını şifre gibi yazı karakterleriyle doldurduğunun sırrını sorarız bakalım, dedi ve öğrencinin sınav kâğıdını diğerlerinden ayrı bir tarafa koydu. Geride kalan son sınav kâğıdını eline aldı. Artık iyice yorulmuş bir an önce şu işi bitirmek istiyordu. Kâğıtta yazılanları okumaya çalıştı, “මගේ ඇස්වල සාරාචාරය” kargacık burgacık harfleri okuyamadı. Kâğıdı havaya kaldırıp camdan gelen ışığa doğru tuttu. Hiçbir şey değişmedi. Öğrencinin kimlik bilgileri dışında bu da şifreli yazı karakterleriyle doldurulmuştu. Galiba bu çocuklar bir mesaj vermeye çalışıyorlar! Peki diğerlerinin kâğıtlarında da böyle şifreli mesajlar var mıydı acaba? Gözümden kaçmış olabilir mi? Ani bir kararla masanın sol yanına yığdığı okunmuş sınav kâğıtlarını önüne çekti. İçlerinden rastgele seçtiği bir sayfayı okumaya çalıştı. Okuyamadı. O sayfada da şifreli yazı karakterleri görünüyordu. Acaba okurken gözümden mi kaçtı? Asabi bir şekilde hemen başka bir kâğıt daha çekti, bu da aynıydı. Diğeri, ötekisi derken kontrol ettiği tüm kâğıtlardaki cümlelerin şifreli karakterlerle yazıldığını, hiç birini okuyamadığını fark etti. Daha birkaç dakika önce dikkatlice inceleyip not verdiği kâğıtları şimdi okuyamıyordu…

Gözlerime bir şey mi oldu diye mırıldanarak, başını kâğıtlardan kaldırıp etrafına baktı. Duvardaki saati, kütüphanenin raflarındaki kitapların isimlerini uzaktan hiç bir zorluk çekmeden okuyabiliyordu. Cep telefonunu çıkardı, ekrandaki ufacık yazıları okumada sorun yaşamadı. Hayır, hayır. Gözlerimde, görüşümde hiçbir sıkıntı yok. Hem yakını hem uzağı gayet rahat görebiliyorum. Peki, o halde bu sınav kâğıtları neden okunmaz hale geldi? Ayağa kalkıp raftan bir kitap aldı. Kitabın kapağına baktı okumada bir sorun yoktu. Sayfalarını çevirip yazıları okumaya çalıştı, okuyamadı. Kitabın içindeki cümleler öğrencilerin sınav kâğıtlarındaki gibi anlaşılmaz yazı karakterleriyle doluydu. Başka bir kitabı açtı. O da aynıydı. Bana neler oluyor? diyerek korkmaya başladı. Panik halinde pencereye doğru yürüdü, camı ardına kadar açtı. Dışarıdan gelen temiz havayı kuvvetlice ciğerlerine çekti. Az önce bahçede gördüğü cıvıl cıvıl gençler günün tadını çıkarmaya devam ediyordu. Sakin ol, sakin ol, dedi kendine. Bunların hepsi yorgunluktan, biraz dinlen hepsi geçecek. Bir süre öylece kaldı. Biraz sakinleşince aklına doktora tezi geldi.

Tam o sırada cep telefonu çaldı. Arayan karısıydı. Canının sıkkın olduğunu hissettirmemeye çalışarak “Buyur hayatım” diye cevap verdi.

“Hayrola sesin biraz tuhaf geliyor! İyi misin canım?”

“Yok bir şey iyiyim, sabahtan beri sınav kağıdı okumaktandır. Hoca çıkmadan yetiştirmem gereken işler var.

“Tamam canım niyetim seni meşgul etmek değil. Az önce annen aradı, akşama bizi yemeğe bekliyorlar; onu haber vermek istedim. Ben birazdan alışverişe çıkıyorum, dönüşte annenlere geçerim, sende doğrudan oraya gelirsin! Gecikmemeye çalış olur mu canım!” diyerek telefonu kapattı.

Genç adam geri dönüp sandalyesine oturdu, zihni az önce başına gelen olayla meşguldü. Derin bir nefes aldıktan sonra çantasından kalın tez dosyasını çıkarıp masaya koydu. Eli tez dosyasının üzerindeydi. Ya tezimi okurken de aynı şey başıma gelirse? Korkuyordu. Kalbi hızlı hızlı atmaya başladı. Avuç içleri terlemiş, soluğu sıklaşmıştı. Tez konusunu okudu “Tarihsel Süreçte İnsan Türünün Bilişsel Gelişimi.” Kapak sayfasını çevirdi, içindekiler sayfası da gayet rahat okunuyordu. Evet sorun yoktu, biraz rahatladı. Ardından rastgele bir sayfa çevirdi. Önünde üçüncü bölümden bir sayfa açılmıştı. Aslında tezinde yazdıklarını ezbere söyleyebilirdi. O an yeniden başı dönmeye, gözleri kararmaya başladı. Kendini zorlayarak sayfadaki metne baktı. “මගේ ඇස්වල සාරාචාරය” Cümleleri okuyamadı. Karakterler bozulmuş görünüyordu. Panik halinde, Tanrım neler oluyor, Disleksi mi oldum, yoksa, hayır hayır, Alzheimer için de yaşım çok genç, diyerek tez dosyasını kapattı.

Tüm sinirleri gerilmişti, masanın üzerine doğru eğildi, başını kollarının arasına aldı. Gözlerini kapatıp olan biteni anlamaya çalıştı. Beyni, kolları, ayakları neredeyse tüm vücudu uyuşmuştu. Bedenine kumanda edemiyordu. Birden engelleyemediği bir duygu seline kapılıp ağlamaya başladı. Kendi hıçkırık seslerini duyunca ürktü. Belki de bir düş görüyordu. Yüzlerce sayfa kâğıdı okurken daldığı yarı uykuda bir düş. Uyanıkken düş görmek hemen herkesin başına gelir. Bu düşten uyanmalısın dostum, dedi sakin bir sesle kendine. İçinde bulunduğu bitkinlik durumundan kurtulmak için zorlayarak da olsa ayağa kalktı. Uzun masanın öbür ucunda duran bir gazete dikkatini çekti, hışımla o tarafa ilerleyip gazeteyi eline aldı. Gazete geçen hafta sonuna ait bir magazin ekiydi. Sayfalarında “Ünlülerin dövmeleri ve anlamları. Sizce hangi model daha seksi? Hangi yıldız hangi takımı tutuyor? Aşkı Portofino’da buldular. Haftanın golü. Bu haftaki burcunuz. Hoş geldin faizi. vb.” gibi ilgi çekici başlıklar, neşeli ve erotik fotoğraflar, çeşitli reklamlar doluydu. Altlarındaki yazılara baktı, hiçbir zorlukla karşılaşmadan tümünü okudu. Yazı karakterlerinde bozulma yoktu. İşte bu kadar! Her ne olduysa geçti, bitti, diye haykırdı. Bu halini gören olsa herhalde onun kafayı yediğini düşünürdü. Gülümseyerek saatine baktı mesainin bitmesine az bir süre vardı. Hemen yerine geri döndü. Profesörün işini bitirip, çıkmadan not çizelgesini kendisine yetiştirmeliydi. Kalan son iki kâğıdı okumaya çalıştı, ancak başaramadı, aynı sıkıntı devam ediyordu. Kafası iyice karıştı. Sorunun ne olduğunu sonra düşünürüm, diyerek bilgisayarında hazırladığı not çizelgesini açtı. Kâğıtlarını okuyamadığı son iki öğrenciye bir önceki sınav notlarının aynısını verip, çıktı aldı. Not çizelgesine kendi imzasını attı ardından onaylatmak üzere hızlı adımlarla koridorun sonundaki profesörün odasına doğru ilerledi.

*****

Genç adam akşam baba evine geldiğinde kapıyı annesi açtı; saygıyla elini öpüp sevecenlikle sarıldı. Arkasında bekleyen karısı yanağına öpücük kondururken, “hayatım yüzün biraz sararmış bir şey mi oldu?” diye merakla sordu.

“Yok bir şey canım, iyiyim, biraz başım ağrıyor o kadar, şimdi geçer.”

“Hayır hayır, kesin sana bir şeyler olmuş, telefonda da sesin iyi değildi zaten, ben kocamı tanımaz mıyım, senin canını fena sıkmışlar daha kapıyı açınca anladım bunu, anlat bakalım ne oldu?”

“Üzerime gelme! Yok bir şey; sadece okuyamıyorum… Canımı sıkan bu. Anladın mı okuyamıyoruuum!”

Annesi “Okuyamıyor musun? Gözlerine bir şey mi oldu evladım? Bak bakayım bana! Aç gözlerini iyicene!” diyerek oğlunun yüzüne doğru hamle yaptı.

“Aman anne, gözlerimde bir şey yok. Göremiyorum demedim ki. Okuyamıyorum.”

“Madem görmende bir problem yok öyleyse boş ver okuma, bir süre beynin dinlensin, insan bunun için canını sıkar mı hiç canım! Haydi, sofraya geçelim” dedi.

Babası salonda dikilmiş oğlunun içeri girmesini bekliyordu. Genç adam saygıyla babasının elini öptü. Yemek masasına oturduklarında oğlunun yüzünün sıkkın olduğunu görünce “Hayrola oğlum, bir derdin mi var?” diye o da sordu.

Genç adam “Hayır babacım.” diye cevap verdi.

Annesi “oğlanın okuma problemi varmış bey” diye lafa girdi.

Adam oğluna endişeyle bakarken, genç adam “Sınav kâğıtlarını okuyamıyorum, kitap okuyamıyorum, aylarca uğraşıp bitirdiğim tezimi bile okuyamıyorum. Bütün yazılar gözüme kargacık burgacık işaretler gibi gözüküyor.” diye açıklamada bulundu.

“Hay Allah bu nasıl bir iş böyle?” diye mırıldandı babası, sonra “Sıkma canını, şimdi biraz sohbet edip iki duble rakı içince hiçbir şeyin kalmaz. Baktın devam ediyor, sabah ilk iş hemen bir doktora gidersin.”

Annesi “Neydi şu bizim kuzenin çok methettiği göz doktorunun adı. Metin miydi?” diye konuştu ortaya.

“Anne gözlerimde bir şey yok diyorum. Göz doktoruna gidip ne yapacağım, yakını da uzağı da gayet güzel görüyorum.”

Karısı “Öyleyse hangi doktora gitmen gerekir bir düşünelim bakalım! Evet, evet senin çok çalışmaktan sinirlerin gerilmiş, hatta beynin de yorulmuştur, bu yüzden okuyamıyorsun. Bunu nasılda ilk anda akıl edemedik, tuh ya! Tamam buldum nöroloji işte, nöroloji uzmanına gitmen lazım, bakalım bildiğimiz kimse var mı?” dedi.

“Durun Allah aşkına öyle apar topar nereye gideceğim? Bir kere tanıdık bir doktor asla istemem. Herkese okuyamadığımı ilan mı etmek istiyorsunuz? Tam da doktora tezimi jüriye sunmadan önce! Okumayı beceremeyen bir asistan, doktor olmak istiyor. Çok komik!”

“Hımmm endişelenmekte haklısın galiba, bu çok kötü bir zamanlama olmuş. Ne yapacaksın öyleyse?”

“Siz beni boş verin. Nasıl olsa bir çözüm bulurum. Baba sen neler yapıyorsun?” diyerek lafı değiştirmeye çalıştı genç adam.

“Hiç oğlum işte emekliliğin keyfini çıkarıyorum.”

“ Kitap falan okuyabiliyor musun?”

“Ah sorma! Eskiden çok okurdum. Şimdi nerede! Biliyorsun emekli olunca kitaplarımın çoğunu sağa sola bağışladım. Eskileri kaldırdım attım. Şimdi anca gazetelerin başlıkları, biraz spor sayfalarına bakmak bana yetiyor.”

“Köşe yazılarını okuyor musun?”

“Köşe yazıları mı? Yok oğlum, okurken gözüm kararıyor, yazılar kargacık burgacık görünüyor, birbirine karışıyor, başıma ağrılar giriyor. Okumak artık bizden geçti, gençler okusun gençler; sıra sizlerde.”

“Olur mu baba insanlar senin yaşında üniversite bitiriyor!”

“Boş ver o işler bana göre değil.”

“Anne sen neler yapıyorsun?”

“İyiyim evladım ne olsun işte, ev işleri, babana bakıyorum. Falan filan günler öylece geçiyor.”

“Sen okuyabiliyor musun anne?”

“Okumak mı? Vay başıma bu da nereden çıktı şimdi? Evladım yemek yapmak, evi temizlemek, babanın üstünü başını toparlamak kolay işler mi? Okumaya zaman mı var? Ben zaten kitabı defteri evlendiğim gün bırakmak zorunda kaldım. Ev kadınlarının okumaya hali kalıyor mu sanıyorsun?”

“Hayır anne onu kastetmedim, boş vakitlerinde neler yapıyorsun anlamında sordum.”

“Ah evladım benim hiç boş vaktim oluyor mu önce onu sorsana! Üç beş dakika boş vakit kalırsa ne ala, onda da ya komşularla birkaç lakırdı yapıyorum, kimseyi bulamazsam şu koltuğa oturup biraz televizyon dizisi seyrederek kafamı dinliyorum.”

“İyi peki.”

“Osman sen neler yapıyorsun?”

“Biliyorsun abicim bizim işler bu sıralar kesat ekonomi durmuş, piyasa berbat, satışlar bıçak gibi kesik.”

“Eee öyleyse doğru dürüst iş olmadığına göre boş zamanın vardır. Bu boş zamanlarında kitap okuyor musun?”

“Taktın sende okumaya ya, hepimizi sorgular gibisin. Ne okuması? Biz o işleri okul yıllarında bitirdik! Görevimizi yaptık. Her şeyin bir zamanı var. Unumuzu eledik, eleğimizi astık, şimdi bu saatten sonra hala okumaya devam mı edeceğiz. Çok hoşsun yani!”

“Olur mu kardeşim ya! Asıl şimdi okuyacaksın. Ders kitabı oku demiyorum ki sana. Al roman oku! Araştırma inceleme kitaplarından oku! Kişisel gelişim kitapları okuyabilirsin. Ne seviyorsan onu oku. Hem sonra her geçen gün yeni bir şeyler keşfediliyor, mesleğinde körelmemen için bunları takip etmen, okuman gerekmiyor mu? Koca mühendis adamsın, ticaretle uğraşıyorsun diye okumayı bırakman gerekir mi?”

“Bas git ya, benimle dalga mı geçiyorsun? Ben elime kitap aldığımda, babam gibi gözüm kararıyor. Hem sonra yazılanların çoğu yalan.”

“Nasıl yalan?”

“Yalan işte abicim, adamlar para kazanmak için abuk sabuk şeyler yazıp kitap diye satıyorlar. Çoğu kafadan sallama kurgu, böyle şeylere inanıp zamanını boşa harcamaya değmez. Ayrıca biz senin gibi üniversitede hoca falan değiliz. Kafamı öyle araştırma geliştirme, kişisel gelişim gibi abuk sabuk şeylerle şişirecek halim hiç yok. Üstelik kitap okumanın faydası ne ki? Bak onca yıl bir sürü ders kitabı okudum ama aklımda o kitaplardan tek bir şey bile kalmadı!”

“Şu zeytini at bakalım ağzına!”

“Attım, ne olacak?”

“Şimdi o zeytin tanesini yiyince sen büyüdün mü?”

“Hayır”

“Doğru büyümedin ama o zeytin sindirildi; kanına, etine, kemiğine, tırnağına velhasıl hücrelerine karıştı; vücuduna dağıldı. İşte okuduğun kitaplarda senin zihninde öyle yer alıyor. Sen farkına olmasan da okuduklarının bir kısmı kelime hazneni zenginleştiriyor; bir kısmı bilgi ve irfanını artırıyor; bir kısmı ahlakını güzelleştiriyor; bir kısmı yazı ve konuşmada üslubuna incelik katıyor; bir kısmı hayata farklı bakmanı sağlıyor; bir kısmı içindeki sevgi ve merhameti artırıyor; özgüvenini yükseltiyor, düşünmeni ve sorgulamanı tetikliyor; olaylar karşısında nasıl davranman gerektiğini öğretiyor. [1] O okul yıllarında ilaç niyetine okuduklarını sakın yabana atma! Onlar senin sen olmanı sağladılar.”

“Offf abicim amma kafa şişirdin ya!”

*****

“Buyurun beyefendi, şikâyetiniz nedir?”

“Söyleyeceğim doktor bey ama önce bir sorum olacak.”

“Buyurun sizi dinliyorum.”

“Rahatsızlığımın kesinlikle aramızda kalmasını istiyorum, bunu garanti edebilir misiniz?”

“Elbette, hasta mahremiyeti doktorluğun temel kurallarından biridir. Hipokrat Yemini diye bir şey duymadınız mı hiç? Her neyse, merak etmeyin biz doktorlar hasta istemediği sürece kendisiyle ilgili bilgileri başkalarına asla vermeyiz.”

“Çok güzel bunu duyduğuma memnun oldum efendim.”

“Evet şimdi rahatsızlığınız nedir öğrenelim, buraya hasta haklarını konuşmaya gelmediniz herhalde.”

“Şikayetim, okuyamamak Doktor. Daha doğrusu okumak istediğimde gözlerim kararıyor, başıma birden anlaşılmaz bir ağrı saplanıyor, sayfaların üzerindeki yazı karakterlerini, harfleri sanki kargacık burgacık ve birbiri içine geçmiş biçimde görüyorum.”

“Hımmm! Kaç yaşındasınız?”

“Yirmi sekiz.”

“Çok gençsiniz.”

“Teşekkür ederim.”

“ Göz doktoruna gittiniz mi?”

“Hayır gitmedim. Görmemde bir bozukluk yok Doktor. Hayatım boyunca hiç gözlük kullanmadım. Uzağı da yakını da net bir biçimde görebiliyorum.”

“Ne iş yapıyorsunuz?”

“Üniversitede tarih doktorası yapıyorum. Üstelik önümüzdeki ay tezimi jüri önünde savunacağım. Şu anda kendi yazdığım tezimin sayfalarını bile okuyamıyorum. Durumumun vahametini anlıyor musunuz? O tarihe kadar bu rahatsızlığımın düzelmesi gerek. Okumayı beceremeyen birini doktor yapmazlar. Kariyerim, hayatım her şey buna bağlı Doktor.”

“Endişelenmeyin modern tıpta her hastalığın bir tedavi yolu mutlaka bulunur. Şekeriniz veya tansiyonunuz var mı?”

“Şimdiye kadar şikâyetim olmadı.”

“Ailenizde yani anne ve babanız, onların anne ve babaları, kardeşleriniz, amcalar, dayılar, yeğenler, kuzenler herhangi birinde kalıtsal bir rahatsızlık var mı?”

“Hayır, bildiğim kadarıyla yok.”

“Peki bu olay tam olarak ne kadar süredir sizi rahatsız ediyor?”

“Dün. Aniden başladı Doktor. Gün boyunca Fakültede öğrencilerin sınav kâğıtlarını okuyordum, son iki kâğıt kaldığında birden başım dönmeye, gözüm kararmaya başladı ve o andan itibaren okuyamadığımı fark ettim.”

“Bu durum meydana gelmeden önce, düşme, başınızı bir yere çarpma gibi bir hadise yaşadınız mı?”

“Hayır. Aksine gün boyu çok sakin ve hareketsizdim.”

“Vücudunuzun herhangi bir yerinde uyuşma, hissizlik duygusu, karıncalanma var mı?”

“Hayır Doktor. Bedensel olarak hiçbir sıkıntım yok.”

“Şimdi lütfen ayağa kalkın, ayaklarınızı birleştirin ve gözlerinizi kapatın. Başınızda dönme hissi var mı?”

“Hayır.”

“Anlıyorum. Peki, bugüne kadar mesela çocukluğunuzda disleksi hastalığı tedavisi gördünüz mü?”

“Disleksi mi? Elbette hayır. Aksine güzel okuduğum için ilkokul yıllarından bu yana her törende bana ya bir şiir okuturlar, ya da o günün anlam ve önemi üzerine konuşma yaptırırlardı. Asla öyle bir hastalığım olmadı. Olsa bilmez miyim Doktor.”

“Hımmm. Gerçekten ilginç. Peki şimdi size birkaç soru sorarak kısa bir test yapmak istiyorum. Olur mu?”

“Elbette, buyurun sorun.”

“Bakın güneş akşamları muayenehanemde şu pencere tarafından batıyor, öyleyse bana bu odanın doğusunu gösterebilir misiniz?”

“Koltukların olduğu şu taraf.”

“Peki kuzey ne yanda kalıyor.”

“O da bu yanda.”

“Güzel. Şimdi bana şu şehir haritasında bulunduğumuz bölgedeki metro istasyonlarını gösterebilir misiniz?”

“Elbette çok kolay. Bakın en yakını şu Acıbadem istasyonu, Maltepe’den biz de bu hattı kullanarak geldik.”

“Bu istasyondan metro ile Levent’e nasıl gidersiniz?”

“Çok basit. Önce M4 hattıyla Ayrılık Çeşmesi aktarma istasyonuna gider oradan Marmaray’a binip Yenikapı’ya geçerim. Yenikapı’dan M2 hattını kullanıp Levent’e ulaşırım.”

“Gayet güzel, yön bulmada, harita okumada hiçbir sıkıntınız yok. Şimdi sizden şu dergideki Ömer Hayyam’ın bir dörtlüğünü okumanızı isteyeceğim.”

“Bu mu?”

“Evet.”

“Başlıyorum:

"Bilgisizliğimi sundum durdum âleme; bir yoksulluk karanlığı çöktü gönlüme; utandım günahımdan, müslümanlığımdan: bundan böyle zünnar[2] takacağım belime”

“Gördüğüm kadarıyla mükemmel şiir okuyorsunuz.”

“Teşekkür ederim. Okumamı herkesin beğendiğini söylemiştim.”

“Okumakta bir sorununuz yok görünüyor.”

“Gazetelerin magazin eklerini de çok rahat okuyorum. Söyledim görmemde bir sıkıntı yok. Benim problemim uzun yazılı metinler. Mesela Tezimi okuyamıyorum dedim ya az önce size.”

“Peki öyleyse şu raftan bir kitap seçer misiniz lütfen?”

“Hangisini?”

“Fark etmez. Herhangi birini seçin.”

“Bunu seçtim. Türklerin tarihiyle ilgili bir kitap.”

“Güzel, şimdi rastgele bir sayfa açıp okuyun bakalım.”

“Sayfa iki yüz on beş. “මගේ ඇස්වල සාරාචාරය” Olmuyor işte Doktor okuyamıyorum, gördüklerim sanki başka bir alfabenin karakterleri gibi. Seylanca, Çince, Arapça ne bileyim işte bütün harfler birbirine girmiş görünüyor.”

“Peki dergi sayfalarını okuduğunuzu söylediniz, şu derginin arkasındaki metni bana el yazısıyla kâğıda yazar mısınız?”

“Memnuniyetle. Bakın işte yazdım.”

“El yazınız gerçekten çok güzelmiş.”

“Teşekkür ederim Doktor, disleksi hastası olmadığıma artık inandınız herhalde değil mi?”

“Böyle güzel el yazısı olan, şiir okuyan, yön bulma ve harita okumada hiç hata yapmayan bir kişinin disleksi olması mümkün değil. Alzheimer desem bunun için yaşınız daha çok genç!”

“Hastalığımın ne olduğunu teşhis ettiniz değil mi Doktor?”

“Bence görünen bir hastalığınız yok. Okuyamama sorunu birçok kişide gözükür ama önemsenmez. Siz de rahat olun; reçete yazmıyorum. Tavsiyem tatile çıkın, gezin, okumaya bir süre ara verip beyninizi dinlendirin.”

“Peki ya önümüzdeki ay yapacağım tez sunumu ne olacak?”

*****

Genç adam ve karısı Kadıköy sahilinde bir kafeye oturmuş çaylarını içiyorlardı. Kadın neşeyle sahilde yürüyenleri seyrederken kocasının suratı asıktı.

“Hayatım bunda canını sıkacak ne var anlamıyorum. Bak bütün tahlil ve tetkiklerin temiz çıktı. Sevinmen lazım.

“Doktorun söylediğine göre evet hasta değilim. Peki öyleyse neden kitaplardaki uzun metinleri okuyamıyorum? Sorunuma çözüm bulunmuş değil ki! Doktor reçete bile yazmadı. Neymiş efendim, uzun bir tatile çıkıp dinlenirsem geçermiş, bir süre kitap okumayıp beynimi başka şeylerle meşgul etmem lazımmış.”

“Ne güzel işte, böyle reçeteye can kurban. Sıkma canını hayatım. Yakında üniversite kapanacak, ben de işyerinden senelik iznimi aldım mı ver elini şöyle güzel bir yaz tatiline çıkarız. Sadece ikimiz. Zaten balayından bu yana kaç yıl geçti baş başa güzel bir tatil yapamamıştık. Güneye gideriz, mesela Göçek’e veya Kekova’ya. Harika bir deniz, tertemiz kumsallar, sürekli masmavi bir gökyüzü, sen ve ben. O bakir koylarda gazete bile okumadan saatlerce güneşlenir, denize girer, kumsallarda yürüyüş yapar, tenha yerlerde bol bol sevişiriz. Ben bu doktorun tavsiyelerini çok sevdim, inan bana doktorun dediklerini yapınca hiçbir şeyin kalmayacak.”

“Tez savunmam ne olacak? Üç hafta sonraya Jüriden randevum olduğunu unuttun galiba!”

“Dert ettiğin şeye bak. Tez jürisine okuyamadığını söylemek zorunda mısın? Tabii ki hayır. Sen söylemediğin sürece kimse okuyamadığını anlamaz. Etrafa şöyle bir bak; okumadan aklına estiği gibi konuşup iş yapan binlerce insan var; siyasetçiler, liderler, akil adamlar, hatta televizyonların kadrolu akademisyenleri. Kendileri söylemedikleri sürece bu insanların okumadıklarını ilk bakışta anlayabiliyor musun? Hayır. Doktorun da söyledi. Disleksi, Alzheimer gibi hastalık belirtileri gösteren biri değilsen; okuyamadığını kimse anlayamaz. Senin de bu ülkede yaşayan herkes gibi uzun yazılı metinleri okurken gözlerin kararıyor ve her ne oluyorsa okuyamıyorsun. Ne var bunda? Üzülmeyi bırak! Bilgisayar kullanımında problemin yok; sunumunu hazırlarsın; evde güzelce provasını yaparız. Jüri üyeleri, varsa sorularını kâğıda yazarak sormayacaklar ya. Senin konuşma yeteneğinde sıkıntı var mı? Yok. Tez savunman da karşılıklı konuşma şeklinde geçecek; hiç dert etme, başaracaksın. Bugüne kadar okudukların sana yeterde artar, kimse senin akademik kariyerini engelleyemez. Doktoranı verip yardımcı doçent olacağına adım gibi inanıyorum.”

*****

"Ooo bakın kimler varmış burada! Güzelim gel bak seni kimlerle tanıştıracağım. Hey ne haber kanka? Nasılsın Serpil?”

“Selam dostum.”

“Bak bu benim lise ve üniversiteden kankam ve eşi. Çocuklar bu da benim ev arkadaşım Leman.”

“Tanıştığımıza memnun oldum.”

“Oğlum bu ne surat ya? Kötü zamanda mı karşılaştık? Oturmamıza müsaade var mı?”

“Yok bir şey kardeşim. Oturun, oturun.”

“Leman gel iki dakika takılalım şurada. Bu adam var ya bu. Kitap kurdudur, kitap; böyle Karadeniz’de gemileri batmış gibi durduğuna aldanma, cin gibidir ha. Sınıfın en zekisidir. Biz sınavlarda zar zor C alırken bu adam A artı çekmezse yüzü gülmezdi. Okunacak bir şey bulmaya görsün, eline aldı mı bitirene kadar bırakmaz; ne kitabı olursa olsun okurdu. Eee kanka doktora çalışmaları nasıl gidiyor? Hocalarla mı takıştın yoksa asmışsın suratını böyle kumrular gibi düşünüyorsun.”

“Yok bir şey dedim ya. Biraz canım sıkkın o kadar.”

“Şuraya bak! Masmavi deniz, pırıldayan bir gökyüzü, martılar, cıvıl cıvıl insanlar. Bu güzel havada canını sıkmaya değer mi? Neyse var bir derdi bu oğlanın. Sıkılma anlat açılırsın. Biz de dinleriz, arkadaşlık ölmedi ya icabında!”

“Ya kanka aramızda kalsın, şu son günlerde kitap okurken gözlerim kararıyor, başım dönüyor, uzun yazıları okuyamıyorum, üstelik pek yakında jüriye tez savunmamı da yapacağım, canım buna sıkkın.”

“Haydaaa dert ettiği şeye bak. Okuyamıyormuş. Ben de önemli bir problemin var zannettim. Bir kere tezini savunmanın okuyamamanla ne alakası var ki! Okuyarak mı sunum yapacaksın oğlum? O yöntem çoktan bitti. Jüri üyeleri dakikasında uykuya geçer. Savunmanı yazılı metne bağlı kalmadan konuşarak yapmalısın. Bunun için bugüne kadar okudukların yeter de artar bile sana. Biraz dinlen, okumaya ara ver hiçbir şeyin kalmaz.”

“Doktor da öyle söyledi zaten.”

“Aklın yolu bir. Bak ben üniversiteyi bitireli beş yıl oldu, o günden bu yana elime kitap alıp tek bir sayfa okumadım, bilirsin öğrenciyken de okumayı sevmezdim zaten. Hocaların anlattıklarını akılda tutup, senin onun bunun arkadaşların aldığı özet ders notlarını ezberleyip düşe kalka okulları bitirdim. Ne oldu o ezberlediğimiz şeyler? Hiç. İş hayatında çalışırken, bize üniversitelerde zorla okutmaya kalktıkları kitaplardan soru soran var mı sanırsın? Yok. Sadece işini yapıp yapamadığına bakıyorlar.”

“İyi güzel ama işini doğru yapman için okuman lazım.”

“Hayır dostum yanılıyorsun, öyle değil. Önemli olan bu ülkede iş bitirmektir. Konuşacaksın, anlatacaksın, karşındakileri ikna edeceksin. Okudukların, sosyal bilimler, siyasi tarih, iktisat bunları ne kadar iyi bildiğin, hiç kimsenin umurunda değil. Bak ben pragmatik adamım oğlum; patron bir şey mi istedi, hemen sağdan soldan üç beş yazı, zaten her şeyin hesabı kitabı önceden yapılmış, dünyayı yeniden keşfetmeye gerek yok. Önce patronun neyi görmek istediğini bileceksin, bilmiyorsan öğreneceksin ya da hissedeceksin, sonra hazırladığın her neyse, önüne koydun mu, biraz da cafcaflı lakırdı, senden iyisi yok. Şunu okudum, böyle yazıyor, bunu istediniz ama şundan bundan dolayı olmaz dedin mi batarsın. Yani hayatta önemli olan kitap okumak değil, karşındakinin ruhunu okumak, ne istediğini bilmek, patrona faydalı olacak sonuç almaktır. Yaşam nitelikli olanı değil, çoğu kez nitelikli görüntüsü vereni ödüllendirir. ”

*****

Genç adam birinin omuzundan dürttüğünü hissedince uyandı, başını kollarının üzerinden kaldırdı. Üzerine yaslandığı için uyuşan sol kolunu ovalarken, karşısında dikilen Profesörün “Ben seminerdeyken günlerinizi böyle uyuklayarak değerlendirmeyeceğinizi umarım!” diyen sitem dolu sesiyle kıpkırmızı kesildi…

[1] M. Twain’in bir konuşmasından esinlenilmiştir.

[2] İp. Hıristiyan rahiplerin veya puta tapanların bellerine bağladıkları örme kuşak. Rükûa mâni olduğu için kuşanılması İslamiyet’te küfür alâmeti sayılmıştır.

 
 
 

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


bottom of page