top of page

Korkuyorum Sessizlik Var!


Bugünlerde nefes almak bile içimden gelmiyor. Hiçbir şeyin tadı tuzu yok. Terör sokaklarda kol geziyor, her gün onlarca insan ölüyor; aldıran yok. Çevreme bakınıyorum her şey değişmiş, insanlar farklı hareket ediyorlar. Politikacıların kısır çekişmeleri, yiyicilerin kokuşmuş söylemleri her köşeyi sarmış durumda. Şahsi hırslar ve menfaatler her şeyin üzerini örtüyor. Her geçen gün var olan bir şeylerin yok olduğunu hissediyorum. Daha düne kadar hepimizi bir araya getiren değerler, birlikte çalışmanın gururuyla bütünleşerek yoksulundan zenginine, zayıfından güçlüsüne önümüze konmuş yeni medeniyet idealleri peşinde koştuğumuz o sevinçler ve istekler yok artık. Her yerde ayrılıklar, bölünmüşlükler, kızgınlıklar, bir diğerini küçük görmeler, korkular, dini dogmaların dayattığı akıl ve bilim dışı uygulamalar ve bunlara karşı derin endişeler var. Bu coğrafya üzerindeki farklı kültürler, gelenekler, diller, inançlar, ortak geçmişimiz, sevinçlerimiz, dertlerimiz, gelecek hayallerimiz hâsılı bizi biz yapan, birleştiren şeylerin suda eriyen buz parçaları gibi çözüldüğünü görüyorum. Ve en kötüsü, bu ülkenin aydınlarında, olup bitenlerin farkında olması gereken kişilerde derin bir sessizlik var…

Korkuyorum… Çünkü biliyorum ki, insanların en tehlikeli özelliklerinden biri isteyerek boyunduruk altına girmeleri, kul olmayı gönüllü olarak kabul etmeleridir. Kimileri bu gerçeğe gözünü kapasa da, hepimiz yavaş yavaş tek bir kişinin iradesine bağlanıyoruz. Anlıyorum, dünyanın en tılsımlı hazinesi güçtür, zenginliktir; bunlar kitleleri mıknatıs gibi çeker. Para parayı getirir. Zenginin, güçlünün peşinden insanlar severek koşar. Yine de bu cazibeye kapılanlar o güç nasıl kazanılmış diye sormaz mı? Düşünmez mi, o gücün kaynağı milyonlarca zayıfın ve küçüğün elinden alınıp, ona verilenlerdir diye. Politik liderlerin bize verdiklerini söyledikleri her şey kendi ceplerinden değil, sizin bizim ürettiklerimiz ve servetimizdir… Sanki herkesin üzerine ölü toprağı serilmiş sessizlik var…

Korkuyorum… Çünkü karşımıza sürekli düşmanlar çıkartılıyor. Kin ve nefret tohumları atılıyor. “Yurtta sulh Cihanda Sulh” felsefesiyle sil baştan kurulan ülkemizin geldiği yere bakın! Sanki her yanımız düşman… Düşman yoksa bile kimileri şahsi menfaatleri için onu zorla yaratıyor. Egemenler hep şöyle söylerler: Düşmanlarımız bizden farklı olanlardır. Âdetleri, dinleri, dilleri hep farklıdır. Onlar kâfirdir; Tanrı bile onlara cehennemi layık görmüştür. Haindirler, çirkindirler; yaşamaya hakları yoktur. Sorun bakalım, kimdir onlar diye, elbette bizden olmayanlardır derler. Bilmez misiniz “Bitaraf olan bertaraf olur; Ya bizdensin ya da ölü.” Düşman damgası yememek için her yerde sessizlik var…

Korkuyorum… Çünkü koca bir nesil, milyonlarca insan, bu topraklarda yaşayabilmek için nelerin feda edildiğini, kulluktan insan olmaya kimlerin sayesinde geçtiğimizi, elde edilmiş olan bireysel hak ve özgürlüklere, bugünkü yaşam seviyemize nasıl eriştiğimizi, çağdaş medeniyet seviyesine ilerlememizi istemeyenlerin çıkardığı hain engellemeleri, gericilikle nasıl mücadele edildiğini, cehaletin kötülüklerini unutmuş gibiyiz… Akıl ve bilim yaşamın anlamını geçmişte değil gelecekte arar. Medeni ülkeler ileriye bakarken, zaman daima ileriye doğru çalışırken, hangi görüşten olursak olalım, gelecek ideallerini ve birleştirici unsurları sadece dini duygularda aramak, kin ve nefret tohumları atılan toprakları sürekli sulamak çok tehlikeli bir durum. Maalesef bunu yapanlara karşı her yerde sessizlik var…

Korkuyorum… Çünkü başımıza gelenler ilk kutsal kitap Tevrat’ın yaradılış bölümünde (Yaradılış11- 1: 11-9) geçen Tanrı’nın insanları cezalandırma hikâyesine çok benziyor. Gelin kısaca hatırlayalım: Başlangıçta dünyadaki bütün insanlar aynı dili konuşur, aynı sözleri kullanırdı. Bir gün "Kendimize bir kent kuralım. Göklere erişecek bir kule dikip ün salalım. Böylece yeryüzüne dağılmayız." dediler ve işe giriştiler. Kerpiç yapıp, pişirdiler; üst üste koyup, Tanrı’ya ulaşacak bir kule oluşturdular. Yukarıdan bu insanlara bakan, çabalarını izleyen Tanrı, aşağıya indi ve insanların uyum içinde çalıştığını, birbirlerine destek olduğunu, sağlam temelleri oluşan bir kulenin yukarıya doğru yükseldiğini gördü. O anda insanlara verdiği ruhun yüceliğini anladı. "Tek bir halk olup aynı dili konuşarak bunu yapmaya başladıklarına göre, düşündüklerini gerçekleştirecekler, hiçbir engel tanımayacaklar" dedi. Tanrı ilk kez insanlardan korktu! Çünkü insanlar birlik ve beraberlik içinde güçlüydüler. İnşa edilen kuleyi nasıl durduracağını düşündü. Sonra onların uyum içinde olmamaları gerektiğine karar verdi. Şöyle dedi: "Aşağı inip dillerini karıştırayım ki, birbirlerini anlamasınlar." Tanrı insanlara ilk kez acımasız davrandı. Çalışkan insanlara doğru elini uzattı; ruhlarına girdi. Bu, insanoğlunun yaşadığı en kötü andı. İnsanlar işte o andan itibaren birbirlerinin ne söylediğini anlayamadılar. Yıllarca barış içinde yaşamış insanlar aniden anlaşmazlığa düştüler. Bağrışıp durdular, öfkelendiler; çünkü artık kimse ötekinin ne söylediğini anlayamıyordu. Önce kavga ettiler, sonra işlerini bırakıp evlerine döndüler. Ovaları, dağları, tepeleri aşıp dünyanın dört bir yanına dağıldılar. Arazilerinin, tarlalarının ve ülkelerinin arasına sınırlar çektiler; yaşamlarını aynı dünyanın üzerinde birbirlerine yabancı olarak sürdürdüler. O devasa Babil Kulesi terk edilmiş halde öylece kaldı…[1]

Hepimiz farkındayız Anadolu coğrafyasında bir anıt gibi duran bu muazzam Türkiye Cumhuriyetini çökertmeye çalışıyorlar. Oysa bu Cumhuriyet Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşları tarafından öylesine güçlü kurulmuş ki, onu inşa edenlerin bazıları dört bir yana kaçışıyor olsa da, duvarları henüz ayakta; kerpiç tuğlalar öyle sağlam pişmiş ki, şükretsinler, yuvarlanıp kafası karışık insanların üzerine henüz düşmemiş durumda. Fakat onu koruyan çabalarımız kalıcı olmazsa, sesimizi yeterince gür çıkarmazsak yakında yıkılacak, unutulup gidecek. Bu yüzden herkese haykırıyorum: Toplumdaki yerimiz, politik ve sosyal görüşlerimiz ne olursa olsun kurtuluşumuzun tek bir yolu var. O da birbirimizi anlamak, birlik ve beraberlik içinde vatandaşlık görevlerimizi lâyıkıyla yerine getirmek.

Korkuyorum yazdım diye korkaklarla karıştırma! Korkmak ayrı korkaklık ayrı; aç bak sözlüğe! Biri gerçek bir tehlike karşısında uyanan coşku ve duygu, diğeri gölgeden bile sakınma. Unutma, cesaret korktuğunu itiraf edip çare aramak, korkaklık inkâr edip, küçümsemek ve kaçmaktır. Bilen bilir, beni kötülerin zulmü değil; iyilerin sessizliği korkutuyor dostlar. Çünkü görüyorum duygularımız uyuşmuş; etrafta derin bir sessizlik var…

[1] Stefan Zweig Denemeler-Babil Kulesi

 
 
 

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


bottom of page