top of page

Cadı Kazanı


Memleketin birinde, yemyeşil vadilerin arasından nehirlerin coşkuyla aktığı, bulutların mutluluktan sürekli havalarda uçtuğu, uçsuz bucaksız bereketli topraklarda insanların huzurlu ve gururla yaşadığı bir köy vardı. Bu köyde insanlar birbirlerine sevgi ve saygıyla davranır, ürettiklerini kardeşçe bölüşür, birbirlerine günaydın, iyi günler diye selamlardı. Dünya kendi ekseni etrafında dönüp; günler birbiri ardına akarken ilkbahar yazı, sonbahar kışı getirirdi. Poyraz ve lodos gündönümünde yarışırken köyün yaslandığı yalçın dağların başı bulutlara değerdi. Su buharları bulutların üzerinde kristalleşmiş, günlerdir lapa lapa köyün üzerine kar yağıyordu. İnsanlar sevince kesmişti. Sabah güneşi köyü selamlayınca lodos ve poyraz uykuya yattı. Tabiat ana dinleniyor; köyün ulu ağaçlarında yaprak kımıldamıyordu. Sonra güneş battı, hava karardı, evlerin ışıkları yandı; karlar karanlığı, karanlık da bulutları kovaladı; bulutlar kaçınca, dolunay çıktı, pamuk tarlalarının üstü yakamozlandı. Her yer sessizliğe büründü. Derelerdeki balıklar bile kulak kesildi. Gökyüzünde binlerce yıldız parıldıyor, neşeyle yeryüzünü selamlıyordu. İçlerinden bir tanesi bu köyün güzelliğine dayanamadı, yavaşça derenin sularına doğru kaydı. Ancak köylüler çok meşguldü, kayan yıldızı görüp içlerinden dilek bile tutamadı. Dereyle kucaklaşan yıldız bu duruma çok alındı! Sabah oldu o güzel köyün bilge muhtarı birden hastalanıp vefat etti. Ertesi gün köy meclisi toplanıp yeni bir muhtar için seçim kararı aldı.

Kimileri muhtarlık için kimin aday olacağını merak ederken, o güne kadar adı sanı duyulmamış yabancı bir zat, köy meydanına gelip adaylığını ilan etti. Dedesi mi, yoksa dedesinin dedesi mi bir vakitler bu köyden çıkıp şehre göç etmiş idi. Köyün ihtiyarları kim bu adam, nereden çıktı diye meraklanırken, diğerleri işimiz başımızdan aşkın, muhtar seçiminden bize ne diyerek omuz silktiler. Anlayacağınız olup bitenlere pek ilgi göstermediler.

Muhtarlık için adaylığını koyan yabancı köy kahvesinde, tarlada, çapada, çeşme başında, camide köylülerin bir araya geldiği her fırsatta insanlara uzun konuşmalar yaptı. Bu konuşmalarında, köye yollar getireceğim, köprüler kuracağım, otlaklarda hara açacağım, yolun başına ürünlerinizi işleyeceğiniz fabrika dikeceğim, kanallar açıp denizi bile ayağınıza getireceğim, gelin ettiğiniz kızlarınıza beşi bir yerde vereceğim, camiler inşa edip köyün minarelerinden ezan sesini eksik etmeyeceğim, cennetin anahtarını cebinize vereceğim, …, gibi öyle güzel vaatlerde bulunuyordu ki; onu dinleyenler bu adamın muhtar seçilmesi için seferber oldular.

Yabancı, muhtar seçildikten sonra ilk iş olarak, köy meydanına kocaman bir kazan koydurdu. Bu kazan ne işe yarayacak diye soranlara yakaladığımız cadıları bu kazanda yakacağız cevabı verdi. Köylüler bu da nereden çıktı diye şaşırdı kaldı!

Yeni muhtar her cuma köy imamının yerine kürsüye geçip vaaz vermeye başladı. Bu vaazlarında cadıların kötülüklerini, cadıların nasıl tespit edilebileceğini, köy halkını cadılardan korunmak için neler yapmaları gerektiğini anlatıyordu. Herkesin yüreği ağzına geliyor, anlatılanlar karşısında korkuyorlardı. Bu güne kadar bir sürü korkunç cadı hikâyesi duymalarına rağmen, kendi köylerinden hiç cadı çıkmadığı için anlatılan bu korkunç cadılar nasıl olur, insanlar hayal edemiyorlardı.

O yaz çok kurak geçti. Herkes susuzluktan kavruldu, tarlalardaki ürünler kurudu, hayvanlar telef oldu. Ormana yaslayan tarafta bulunan bir tarla, ağaçların gölgesi sayesinde kuraklıktan etkilenmemişti. Muhtar bu tarlanın köy sandığına bağışlanmasını istedi. Tarla sahibi köyün bekçisi yani güvenliğinden sorumlu herkesin çok sevdiği, güçlü, tuttuğunu koparan bir gençti; Muhtarın isteğini kabul etmedi. Tarlasından hasadı imeceyle kaldırdığında ürününün bir kısmını kuraklıktan etkilenen köylülerle paylaştı. Günler geçti, bir Cuma vaazında muhtar, herkesin ürünü kuraklıktan etkilenirken, bir kişinin bundan etkilenmemesinin nedeninin ancak o kişinin cadı özellikleri taşıması ile mümkün olabileceğini söyledi. Hatta muhtara göre kuraklığın nedeni bile bu yüzdendi. Halk galeyana geldi, sevdikleri genci yakalayıp köy meydanında kurulan cadı kazanına attı. İhtiyar heyetinin olmaz öyle şey! sözlerini umursayan çıkmadı, çünkü onların pabuçları çoktan dama atılmıştı. Kaynayan kazandan buharlar tütüyor, sular dışarılara taşıyordu. Genç adamın ben cadı değilim yakarışlarına kimse kulak asmadı!...

Köy meydanındaki kazan fokur fokur kaynamaya devam ediyordu. Yeni muhtarın talepleri hiç bitmedi. Köyün camisini, okulunu, merasını, otlağını, yaylağını, deresini, çeşmesini, tepesini, değirmenini ne varsa üstüne geçirmek istedi. Bekçinin ardından köyün imamı, öğretmeni, ozanları, yazarları, ebesi, bilge ninesi ve dedesi sonrada ufacık tarlalarında ekip biçtikleriyle geçinen köylülerin birçoğu sırasıyla cadı durumuna düşüp kaynayan kazana atıldılar. Cadı olarak suçlanan kişilerin yakınları sevdiklerinin cadı olduğu iddialarına inanmazlardı. Ancak işin ilginç yanı, bir başkasının cadı olduğu yönündeki suçlamalara da en çok o kişiler, yani yakınları cadılıkla itham edilen kişiler destek olurlardı. Birinin cadılıkla suçlanması için herhangi bir kanıta gerek yoktu; ikna, baskı ya da zorlama yoluyla suçlanan kişinin itirafta bulunması veya bir kişinin tanıklığı, o kişinin cadı olduğunun delili için yeterliydi. Bu yüzden işkence ve psikolojik baskı ile gizli tanık kullanma çok sık başvurulan bir yöntemdi.

Muhtar köylüler üzerindeki egemenliğini korumak ve pekiştirmek için seçildiği günden itibaren büyücülüğü din dışı saydı ve ona karşı çıkan herkesi büyücülükle suçladı. Her sözünde büyücülerin Şeytan'la ve kötü ruhlarla işbirliği yaptığını ileri sürüyordu. Meydandaki kazan kaynadıkça dedikodular alıp başını gidiyordu. Başta da söyledik ya, dünya kendi ekseni etrafında dönüyor; günler birbiri ardına akarken ilkbahar yazı, sonbahar kışı getiriyor, seneler geçip gidiyordu. Köylüler artık ekip biçmeyi bırakmış, hayvanlar bakımsızlıktan telef olmuşlardı. Tarlalar kurumuş, değirmenin çarkı durmuş, ahırlar ve kümesler boşalmıştı. Komşu köylerin hepsiyle kavga ediyorlardı. Yıllardır birbirini tanıyan, seven, sayan, dayanışma içinde hayatlarını sürdüren insanlar şimdi birbirine düşmüş, herkes bir diğerini düşman olarak görüyordu. Şehirlilerin uzaktan, komşu köylülerin yakından gıptayla baktığı köy şimdi kimselerin uğramadığı, kötülüklerin yuvası bir yer haline gelmişti.

Muhtarın sözlerine inanmayan, kulaklarını tıkayan birkaç kişi meydandaki cadı kazanı sönmedikçe, o kazan köyün dışına atılmadıkça bu işin bitmeyeceğini, çok güvendikleri arkadaşlarına, karılarına ve çocuklarına muhtarın kulağına gitmeyecek şekilde fısıldıyorlardı. Şişşşt kimse duymasın!

*****

Köyde yaşanan inanması güç olaylar nedeniyle sıkıntılar ve gerginlik her geçen gün artıyordu. Muhtarın bitmek bilmez hırsları köy halkının yaşamını derinden etkiliyordu. Köylünün orada burada hakkında olumsuz laflar mırıldandığını duyan Muhtar, gelişmelere karşı bir önlem olarak dosta düşmana ne kadar çok sevildiğini göstermek amacıyla köy meydanında dev bir miting düzenledi. Muhtar’ın cadı kazanında yaktığı insanların sesleri ülkenin dört bir yanını sarmış hatta dünyanın öbür ucundan bile duyulurken, yandaşlarından yüzlerce kişiyi köy meydanına topladı; halk işini gücünü bırakıp muhtarın konuşmasını dinlemeye gitti. Zavallı köylülerin kendilerine söyleneni yapmaktan başka çareleri yoktu.

Köy meydanında toplanan kalabalık görünüşte coşkulu tezahüratlar yapıyor, davul ve zurna sesleri ortalığı inletiyordu. Muhtar konuşma yapmak üzere köy meydanın ortasına konan masanın üzerine çıktı. Tam önünde bulunan cadı kazanı fokur fokur kaynıyordu. Muhtarın bizzat seçtiği bekçiler masanın etrafında etten duvar örmüş, çok sıkı güvenlik önlemleri almıştı. Konuşmasına başlamadan önce halkı selamlarken dakikalar boyunca çılgınlar gibi alkışlandı. Elleriyle işaret ederek halkın tezahüratını kesip konuşmasına başladı. Her zamanki gibi önce meydanı dolduran köylüleri övdü, kaynayan cadı kazanı sayesinde köyün kazandığı nimetlerden bahsetti sonra köyün muhtarı olarak yaptığı hizmetleri hatırlatarak böbürlendi. Köylüler sessizce onu dinliyordu. Rüzgâr, kazandan çıkan dumanları etrafa savuruyordu.

Bir anda kalabalığın arasından bir kişinin gür sesi duyuldu. “Yuuuh. Yuuuh. Yuuuh.” Bunu bir diğerinin sesi takip etti. Ardından köyün delisi kazana doğru koştu, elinde tuttuğu uzun bir sırıkla kaynayan kazanı devirdi, sıcak sular etrafa yayıldı. Bekçiler dört bir yana kaçıştı. Muhtar gördüklerine inanamıyordu, gözleri fal taşı gibi açıldı. Saniyeler içinde meydanda toplanmış o büyük kitle ıslık çalmaya, yuhalamaya ve bağırmaya başladı. Islık ve yuhalama sesleri kulakları sağır ediyordu. Muhtar güvendiği adamlarına sertçe baktı; sonra “Sessiz olun! Sessizlik! Bu çok ayıp!” diye seslenerek kalabalığı azarladı. Bekçiler donmuş vaziyette baş bekçiden gelecek emri bekliyordu. O emir nedense gelmedi! Muhtar, köylülerin hiç beklemediği bu tepkisi karşısında şaşkınlıktan dona kalmıştı. Adamlarından biri kolundan tutup onu masadan aşağıya doğru çekene kadar birkaç kez “Sessiz olun, sessiz olun!” diye yalvardı. Bu onun duyulan son sözleri oldu…

Karşı dağdan ovaya kadar köyün üzeri rengârenk gökkuşağı ile taçlandı. İnsanların yüreğinde umut telleri titredi. Sonra gene akşam oldu, güneş battı, dolunay çıktı, tarlaların üzeri yakamoz kesti. Gökyüzünde binlerce yıldız parıldadı, neşeyle yeryüzünü selamladı. O anda köyün yaşlılarından birinin şöyle mırıldandığı duyuldu. “Geçmişini hatırlamayanlar onu tekrar yaşamaya mahkûmdur.”

Sonra ne mi oldu? Bunu siz tahmin edin lütfen!

Benim bildiğim dünya kendi ekseni etrafında dönerken hayat devam ediyordu…

 
 
 

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


bottom of page