top of page

Hatıralardaki Bir Denizci


Attığı bir imzayla ülkesinin kaderini doğrudan etkilediği kadar, sonraki gelişmelerden kendi kaderi de en çok etkilenen denizci kim olabilir sizce? Milli Mücadelenin güçlü karacı generallerinin gölgesinde kalan ve toplum tarafından yeterince bilinmeyen bir deniz subayından bahsediyorum...

Kimileri, 30 Ekim 1918 tarihli Mondros Ateşkes Anlaşmasını imzalayan kişi deyip geçer onun hakkında. Evet, doğru Osmanlının büyük savaşta yenildiğini tescilleyen anlaşmanın altında onun imzası var. Peki, Mustafa Kemal Atatürk'ün İstanbul'daki elçisi sıfatıyla, Osmanlı Meclisine “Misaki Milli”nin kabul ettirilmesini büyük mücadeleler vererek sağlayan milletvekili kim? Büyük Taarruz ve zafere ulaşma, ardından Mondros Ateşkes Anlaşması, sonra Lozan Barış Anlaşması, Gazi'yle kol kola, bütün bu olağanüstü başarılara Başbakan olarak imza atan aynı şahıs değil mi? Fevzi Çakmak'a Mareşal, İsmet İnönü'ye Orgeneral rütbelerinin verilmesi teklifini yapan ve meclise onaylatan şahsiyeti kim bilir ki?

Mustafa Kemal Atatürk’ün mektuplarında “Benim çok muhterem kardeşim ve Türkiye’yi kurtarmakta hakiki muin[1] ve zahir[2] kardeşim” diye hitap ettiğini de kimse hatırlamaz. Ama daha sonra onun hakkında Atatürk’ün Nutuk’ta çok ciddi eleştiriler getirdiğini hiç unutmayız… Yıllar sonra Churchill ile olan özel dostluğu vasıtasıyla II. Dünya Harbine girmememize önemli katkı sağlayan, Harbin en civcivli günlerinde Dışişleri Bakanlığının siyaset yerine döviz kaçakçılığıyla uğraşan üst düzey memurlarını dönemin iktidarı cezalandırmadığı için Büyükelçilik görevinden istifade eden de yine o. Deniz Albay Hüseyin Rauf Orbay’dan bahsedince bu liste uzayıp gider…

Şöyle bir bakalım mı hep birlikte yüz yıl öncesine:

Bin dokuz yüz on sekiz yazının başında, Alman askerleri Fransa’nın doğusunda, Belçika boyunca uzanan cephe hattını dört yıldır başarıyla savunuyorlardı. İngilizler henüz Ortadoğu’daki hedeflerini ele geçirememiş, petrol bölgesi Musul’dan günlerce uzaktaydılar. O günlerde herkes savaşın daha süreceğini sanıyordu.

İngiliz imparatorluğunun başkentinde, Büyük Savaşın en erken 1919 ortaları veya 1920’de biteceği konuşuluyor; Enver Paşa’nın ordularının Hazar’a doğru ilerlediği, her an İran, Afganistan veya Hindistan’a doğru geçebileceği düşünülüyordu…

İmparatorlukların iç yüzünü ve gerçek durumu, hele böylesine büyük savaşta, kim doğru bir şekilde tahmin edebilirdi ki?

Bulgaristan’da Vlada Ayaklanması, dört yıldır Büyük Savaşta pek umursanmayan Balkan cephesinde, Selanik’ten hareket eden bir General, François Esperey’in, Yıldırım Harekâtı ile Bulgaristan’ı bir anda düşürmesi ve savaş dışı bırakıp ateşkese zorlaması ile Osmanlının Almanya ile arasında direnecek tek bir askerin kalmadığı 250 kilometrelik boşluğun yaratacağı kaosu da kimse tahmin edemedi…

İngiliz Genelkurmayı hükümete o günlerde, Osmanlı da aynı yolu izleyip ateşkes isterse, ne yapılacağını sorduğunda, cevap dürüstçe verilmişti. “Bilmiyoruz!...”

İngiliz Başbakanı Lloyd George panikteydi, Osmanlı İmparatorluğuna diz çöktürüldüğünde ne gibi barış koşulları getirileceği hakkında müttefiklerle anlaşma sağlamadan ateşkes ilan edilmesini istemiyordu. Sykes-Picot Anlaşması eskimiş sayılırdı, gözden geçirilmeliydi. Pastadan büyük payı İngilizler hak ediyorlardı. Cephelerde durum İngiltere’nin lehineydi, ama Osmanlı ordularına diz çöktürmek henüz mümkün olamamıştı.

Dört yıl önce Büyük Savaş başlarken ayak bağı gördükleri, küçümsedikleri Osmanlı, harbin uzamasına ve genişlemesine sebep olmuş, İngilizlerin başlarına çok büyük dertler açmıştı. Büyük Harbin hiçbir cephesinde mağlubiyet tatmayan İngilizler ve Fransızlar, Ocak 1916’da Çanakkale Cephesinde yenilip gerisin geriye çekilmek zorunda kaldı. Üstelik Nisan 1916 Kût'ül-Amâre Savaşında da İngilizler, binlerce askeriyle birlikte esir düşüp Osmanlı komutanlarına, Halil Paşa’ya, şehri teslim etmek zorunda kalmıştı.

1917’de Rus Çarı devrildiğinde ibre hâlâ savaşın muhtemel galibi olarak Almanya ve Osmanlı tarafını gösteriyordu. Üstelik Kafkasya hezimetinden iki yıl sonra Enver Paşa Rusya’nın çöküşünden istifadeyle, yüzlerce kilometre boyunca kesintisiz Türkçe konuşulan Asya içlerine doğru, yani Turan’a koşuyordu(!) Aslında bir hayalin peşinden milyonlarca insanı felaketten felakete sürüklemeye devam ediyordu… Osmanlı Sadrazamı Talat Paşa ve kabinesi, cephelerdeki askerin durumundan ve askeri harekâtın gelişiminden habersiz, Harbiye Nazırının hayalleriyle savaşın sonunda galip çıkacaklarını sanıyordu. İşin ilginci hem İngilizler hem de Almanlar, Osmanlı’nın bu pervasız gidişatına inanmak istemeseler de, ya gerçekleşirse diye ciddi şekilde endişe duyuyorlardı.

Oysa gerçek durum öylesine farklıydı ki! Osmanlının savaşma gücü ve azmi tükenmişti. Bulgaristan savaştan çekilip Fransız ve İngiliz kuvvetlerinin Balkanlar üzerinden her an İstanbul’u ele geçirebilecekleri anlaşılınca on yıldır ülkeyi yöneten İttihat Terakki Partisi bir anda karıştı; ateşkes için panik halinde çözümler arandı; sarayın bekası için ilk tedbir hükümetin derhal istifa etmesiydi. Talat, Enver ve Cemal Paşalar istifa etti. Harbin ana sorumluları kaçarken en ehven koşullarla bir teslim anlaşması imzalayabilmek için Mareşal Ahmet İzzet Paşa Hükümeti kuruldu. Emrivakiyle Bahriye Nazırlığına getirilen Deniz Albay Hüseyin Rauf Orbay, koltuğuna oturmaya bile fırsat bulamadan kendini Ateşkes anlaşması için Mondros limanındaki İngiliz Agamemnon zırhlısında buldu. İmzalamak zorunda kaldığı anlaşma Osmanlının teslim senediydi. Bu senetle İtilaf Devletleri kendi güvenliklerini tehdit eden her stratejik noktayı işgal hakkını aldı. İngiliz Donanması İstanbul önüne demirledi, Fransız General Esperey beyaz bir atın üzerinde şehre zafer töreniyle giriş yaptı. Ülkenin ulaşım ve haberleşme ağı kontrol altına alındı. Osmanlı topraklarında sadece İngilizlerin yaklaşık bir milyon askeri vardı.

Ardından neler olup bittiğini, her şeyin sonu geldi denildiği bir dönemde Mustafa Kemal’in verdiği yepyeni yürekle tepeden tırnağa cesaret kesilen Türklerin işgalcileri bu topraklardan nasıl gerisin geriye gönderdiğini biliriz.

Milli Mücadelede başarılanlarla haklı olarak övünürken, hiç bir zaman Atatürk'e karşı olmamış, tam aksine “ Hiç birimiz olmasaydık, M. Kemal Paşa, gene bu vatanı kurtarabilirdi!” diyen ve bunu her yerde tekrarlayarak, O’nun büyüklüğünü vurgulayan, Atatürk’ün en sadık denizci askeri, Rauf Orbay’ı, gerçekle ilgisi olmayan “ama o Cumhuriyete karşıydı”, klişe sözüyle nedense tarihin hafızasında yok sayar geçeriz…

Rauf Orbay’ın kim olduğunu ve yaşadığı dönemi merak ediyorsanız, yeni romanım Aklın Kusuru’nda bu ve benzeri soruların cevaplarını bulabilirsiniz.

[1] Muin: Yardım eden, destekleyen, yardımcı.

[2] Zahir: Görünürde olan, görünen, belli, açık.

 
 
 

Son Yazılar

Hepsini Gör

Commentaires


bottom of page